Yeryüzü sakinleri için Türkçe bilmek büyük bir şanstır, çünkü Nazım Hikmet’i (15 Ocak 1902 Selanik – 3 Haziran 1963 Moskova) yazdığı dilden okuyabilir, yaşamı o dille kavrayıp tanımlayabilir, gerçeğe yepyeni öngörüler ekleyebilirler.

Kuvayi Milliye Destanı’nı okumanın tam da yeri ve zamanı olan günlerden geçerken, bu toprakların insanları bambaşka bir şansa daha sahiptir: kendi destanlarını, aynı zamanda yurttaşları olan büyük bir şairin kaleminden okuma şansına…

Memleket ile ahalisinin bu şansın farkına varması, okuması, yararlanması, hepsinden önemlisi böyle bir şansa sahip olduğunu algılayabilmesi, elbette kolay olmamıştır. Bugün de kolay değildir ve bu durum dile, kültüre, sanata ve gelişmişliğe karşı işlenmekte ısrar edilen bir suç, akıl almaz bir skandaldır. Bunlara da değinmeye çalışacağım, şimdi konumuza dönelim.

“Destan” bir halk geleneği ve sanatı türüdür. Yazıdan önce destan vardı derler. Genellikle kahramanlıklardan ve kahramanlardan söz eder. Doğal yıkımlardan, salgın, kıtlık ya da kuraklık sonucu yaşanan kırımlardan, göçlerden, yenilgi ya da zaferle çıkılmış savaşlardan, aşktan, insanın ve toplumun çıkış aramasından, bulmasından ya da bulamamasından, doğaüstü güçlerle boğuşmasından, elbette gülünç olaylardan da beslenir. Efsane düş ya da hayal gücünden, destan ise toplumsal yaşamda iz bırakmış gerçek olay ve kişilerden yola çıkar. Destanlar kutsal metinler değildir, efsanelerin kimine kutsallık yüklenir.



DERGİNİN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Destanlar halkın belleğinden süzüle süze günümüze ulaşan “sözlü destanlar” ile sonradan derlenen ya da bir ozanın-yazarın özgün biçimde kaleme aldığı “yazılı destanlar” olarak ikiye ayrılır. Şiir, düz yazı, kimi örneklerde ikisinin harman edilmesiyle söylenmiş ya da yazılmıştır. Her toplumun, ulusun, halkın kendine özgü destanları vardır. Toplumsal hafıza, kolektif bilinç, kültür tarihi ve bunların kuşaktan kuşağa aktarılması adına çok önem taşırlar. Dünyada destan deyince akla ilk gelenler Gılgamış, İlyada ve Odysseia, Şehname, Mahabharatha, Kalavela, Şinto, İgor’dur.

Bize gelince, “İslamiyet Öncesi ve Sonrası” olarak iki bölüme ayırmak gerekir. İslamiyet’ten öncekiler Yaratılış, Alp Er Tunga, Şu, Oğuz Kaan, Atilla, Ergenekon, Bozkurt, Türeyiş, Göç adlarıyla uzun bir liste oluşturur. İslamiyet’ten sonrakiler de Manas, Cengiz Han, Timur, Edige, Saltuk Buğra Han, Seyid Battal Gazi, Danişmend Gazi, Köroğlu destanları diye sıralanır. Destan kurmak, oluşturmak ve yazmak belli kurallar gerektirir. Örneğin birden başlamaz, birden bitmez. Belli ölçüler ve bölümler halinde yazılır. Dramatik yapıya ustalıkla serpiştirilen merak ve sürprizler sayesinde, kendilerini sonuna kadar okuturlar ya da dinletirler.

Sözün burasında çocukluğumu, 1970’leri anımsıyorum. Sokaklardan “Destan Satıcıları” geçerdi. Saman kâğıtlara basılı destan ya ağıtların belli bölümlerini, yanık ve içli sesleriyle “okuyarak” geçerler, isteyenlere ‘Hediyesi 40-50 kuruş’tan satarlardı. Babaannemin ve komşularının onları bizlere okutmalarını, acılı kederli öyküler karşısında gözyaşlarını mendillerle silmelerini, neşeli olanları dinlerken sokağı çın çın kahkahalarıyla doldurmalarını unutamam. Yasaklandılar mı ne oldu bilemem, birden ortadan kayboldular.

Bu genel bilgi anımsatmasından sonra, Nazım Hikmet’e ve büyük destanına geçebiliriz.

Nazım Hikmet şiirden senaryoya, romandan röportaja oyuna sayısız ve unutulmaz yapıtlar üretmiş, bunlara iki büyük destan da eklemiştir: 1936’da yayınlanan ve tam adı “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin” ve bitmesinin üstünden yıllar geçtikten sonra ilk kez 1968’de, daha sonra genişletilmiş haliyle 1974’te basılıp okura ulaşabilen “Kuvayi Milliye”.

Hasretin, aşkın, kavganın ve umudun “Mavi Gözlü Dev” şairi Nazım Hikmet’in olağanüstü verimi olan Kuvayi Milliye’nin, yazılma ve yayınlanma öyküsü garip, çarpıcı ve her açıdan ibret vericidir. Bir kumpas sonucu 29 Mayıs 1938’de 28 yıl 4 aya mahkûm edilen şair, bir yandan dünyada yükselen faşizmden ülkemizin payına düşürülen sola düşmanlığın ve antikomünist saldırganlığın, bir yandan da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra iktidar mücadelesi yapanların arayıp da bulamadığı bir kurbandır. Şair, bu dönemin en önemli simgelerinden birine dönüşecektir ve elbette daha niceleri vardır. Bu arada, ona ve benzerlerine biçilen cezaların kaynağı olan ünlü 141-142’nin kapsamı da genişletilir.

Genç kuşaklar ve unutanlar için açıklayalım. Uğur Mumcu’nun deyimiyle, Anayasa’yı “tangur-tungur” edip, bir sınıfın diğer sınıflar üstünde tahakküm kurmasını isteyenlere yönelik Türk Ceza Kanunu maddeleriydi. “Müesses nizam” yani kurulu ya da geçerli düzen (The Establishment) ile onu belirleyen yapıyı, temsilcilerini ve kurumlarını hedef alırsanız, örgütlenirseniz, yazıp çizerseniz, karşınıza bu maddeler çıkardı. Sol düşünceliler için bu varken, sağcı, dinci, şeriatçılar için de 163. Madde vardı. Bu maddeler bugün yoktur. Yerine ne vardır? Konudan ayrılmamak için yanıtı, okuyup araştıracaklara, memleketin ahvaline, olup bitenlere, bakıp da göreceklere ve de düşüneceklere bırakalım. “Yetmez ama evet” tayfası bilmem bize yardımcı olabilir mi?

Anlattığımız dönemde 141-142. Maddelere ekler yapılmış, kapsamı düşünceden ifadeye, yazmaktan yayınlamaya, okumaktan paylaşmaya hepsini yasaklamaya kadar genişletilmişti. Bu durum, ‘Kuvayi Milliye Destanı’nın yaşandığı ve yazıldığı memleketinde, onu var edenlerin çocukları tarafından okunamayacağı, paylaşılamayacağı, kısaca yok sayılıp bilinemeyeceği anlamına geliyordu. Destanın bu öyküsünü, Vala Nureddin ya da kısaca Va-nu, Soner Yalçın, Taner Turan, Cengiz Gökşen başta olmak üzere, yararlandığımız kaynakların ve onlara emek verenlerin desteğiyle özetlemeye çalışalım. Bu kaynaklara da kolaylıkla ulaşabilir, daha geniş bilgiler edinebilirsiniz.

Nazım Hikmet, sözünü ettiğimiz dava sürecinin ardından İstanbul Tevkifhanesi denen Sultanahmet Cezaevine gönderilir. Hapishane arkadaşı A. Kadir’in anlatımıyla, bir dostundan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Söylev’ini (Nutuk) ister. Gelir gelmez, büyük bir heyecanla okumaya koyulur. Dayısı Ali Fuat Cebesoy’un getirdiği belge ve bilgilere, gelen gidenden ve “yatanlardan” dinlediklerini ekler. Kurtuluş Savaşının destanını yazmaya hazırdır, işe koyulur. ‘Kuvayi Milliye Destanı’nın doğum yeri İstanbul olur böylece.

1940’ta Çankırı Cezaevine sürülür, kıştır, Şubat’ın ayazı acımasızdır. Destanın yazımını orada da bırakmaz. Farklı bir şiir anlayışını sanatına-destanına uygulayan Nazım Hikmet, şiirsellikte ve anlatımda alışılagelmiş kalıpları zorlamaktadır. Biten bölümler, dayısının eliyle İsmet İnönü’ye kadar ulaşır. İnönü onları okuyunca şöyle diyecektir: “Nazım, Anadolu savaşını bu destanıyla bir kere daha kazandı!”

Şubat soğuğu Şair Baba’nın sağlığını tehdit etmeye başlayınca, 1940’ta Bursa Cezaevine yollanır. Destan 1941’de orada biter ve Nazım Hikmet yapıtının kapağına adını yazar: “Kuvayi Milliye”. Altına daha küçük harflerle türünü belirtir: “Destan” Ancak yukarıda değindiğimiz nedenlerle yayınlanması-dağıtılması-okunması olanaksızdır. Zaten kimse de basmaya cesaret edemez.

Aradan 9 yıl geçer ve DP, Nazım Hikmet dışındaki herkes için genel af ilan eder. Nazım Hikmet için ulusal ve uluslararası düzeyde kampanyalar düzenlenecek, Melih Cevdet-Oktay Rifat-Orhan Veli gibi cesur şairler çırpınırken, annesi Celile Hanım neredeyse görmez gözleriyle oğlu için imza toplarken, bir zamanlar çevresinde dolanan Yahya Kemal gibi bir şair ise onu görmezden-duymazdan gelecek, Galata Köprüsünden gövdesini uçar gibi kaçıracaktır. Bunları ve dahasını, Şair Babayı anlatan “Hasret” adlı oyunumda işlemiştim. Ankara Ekin Tiyatrosundan izleyenler anımsayacaktır. Rüştü Asyalı ve Emine Gökalp rol almış, Asyalı’nın rejisiyle sahnelenmişti.

Büyük Şair özgür kalabilmek için 15 Temmuz 1950’yi bekleyecek ama çıkar çıkmaz 48 yaşında askere alınmak istenecek, bunu ortadan kaldırılmak istenmesi olarak yorumlayıp Moskova’ya gidecekti. Bu arada destanına yeni bölümler eklemişti, ancak gidişiyle birlikte bu büyük destan hepten unutulacak, unutturulacaktı. Vatandaşlıktan çıkarılanın, vatanına dair şiir yazması olur muydu hiç?!

1965’te Doğan Avcıoğlu ‘Yön’de destanın bir bölümünü yayınladı, bir şey olmadı. Oysa aynı yıl Memet Fuat için 15 yıl istendi. Nedeni, “Saat 21-22 Şiirleri”ni yayınlamasıydı. Dost Yayınevi yöneticisi yazar Nezihe Meriç’in mahkûmiyeti, 1974 affıyla kaldırıldı. Bunun nedeni de 1968’de Şair Babanın bütün eserlerinin yayınlanmaya başlanmasıydı. İlk cilt hemen toplatıldı, dava açıldı. “Kuvayi Milliye / Destan” bu adla ilk kez 1968’de Bilgi Yayınevince basıldı. 1974’te nihayet geniş haliyle ve Abidin Dino’nun 18 özgün çizimiyle raflardaki yerini alabildi.

Hazin ve vahim olan bir gerçek daha vardır: Nazım Hikmet, yapıtının yayınlandığını göremedi. Çünkü Şair Baba, 3 Haziran 1963’te Moskova’da “Elveda dünya, merhaba kâinat!” diyerek, hatır ve hatıralarımızın unutmazlığına yürüdü. Durun, daha bitmedi. Nerede yaşadığınızı sanıyorsunuz?

3 Yargı Paketimiz için, “yasaklar listesi” istendi. Ankara Emniyeti, Cumhuriyet Başsavcılığı’na isteneni gönderdi. Nazım Hikmet bütün yapıtlarıyla birlikte listedeydi ve takvimler 2012’yi gösteriyordu! Bugün bu yapıtlara, tüm haklarının “devredildiği” Yapı Kredi Yayınları aracılığıyla ulaşabildiğimize göre, yasak kalkmış olmalı.

Yazılma ve yayınlanma öyküsü bu kadar. Biz destanımıza geri dönelim.

“Kuvayi Milliye” epik destan olarak adlandırılmaktadır. Epik destanlar, bir kahramanın çevresinde yaşananları, şiirsel bir anlatımla aktarır. “Kuvayi Milliye” bu tür içinde sayılmakla birlikte, çok önemli bir farkla kendi özgünlüğünü ortaya koyar. O bir kahraman kişiyi değil, bir halkı, “Türk Köylüsü”nü anlatır. Nazım Hikmet’in dünya görüşü ve şiir anlayışı nedeniyle, “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı”nın devamı olarak da görülür. Bu sav, Şair Baba’nın tarihin devamlılığı anlayışına ve diyalektik görüşüne bağlanır.

Bir destan geleneği olarak “Başlangıç” bölümüyle yola koyulan dev yapıt, 8 baptan (bölüm) oluşur. Bu baplar sırasıyla şunlardır:

1. Yıl 1918-1919 ve Karayılan Hikâyesi,

2. Yıl Yine 1919 ve İstanbul Hali ve Erzurum ve Sivas Kongreleri ve Kambur Kerim’in Hikâyesi,

3. Yıl 1920 ve Arhavili İsmail’in Hikâyesi,

4. Nurettin Eşfak’ın Bir Mektubu ve Bir Şiiri,

5. 920’nin 16 Martı ve Manastırlı Hamdi Efendi ve Reşadiyeli Veli Oğlu Memet’in Hikâyesi,

6. Muharebeler ve Düşman Elinde Kalanlar ve Kartallı Kazım’ın Hikâyesi,

7. 922 Ağustos Ayı ve Kadınlarımız ve 6 Ağustos Emri ve Bir Aletle Bir İnsanın Hikâyesi,

8. 26 Ağustos Gecesinde Saatler İki Otuzdan Beş Otuza Kadar ve İzmir Rıhtımından Akdeniz’e Bakan Nefer.

Bu bölümler inanılmaz imgelerle, kelimelerle çizilen muhteşem resimlerle, dünya görüşünün sanatta nasıl yaşatılabildiğine şaşırtan anlatımlarıyla, bir sanat emekçisinin anlattığı olayları ve kişileri nasıl yaşayabildiğine ve yaşatabildiğine verdiği inanılmaz örneklerle bezelidir.

Elbette hepsine burada yer vermenin de bölümlerden örnek sunmanın da olanağı yok. Zaten bu yazının amacı da bu değil. Tam tersi okunmasını, özellikle gençlerle ve çocuklarla birlikte okunmasını kışkırtmak için yazılıyor. Sondaki sözü şimdiden söylemek zorundayım. Nazım Hikmet, yaşama ve insana dair bilincimizi temize çekmenin, bu ülkeye ve Cumhuriyetine aidiyet tazelenmesinin, gelecek kuşaklara bu niteliklerin aktarılmasının yolunu harika bir yapıtla açmış ve kolaylaştırmıştır. Ki destanların, onlardan yalnızca şoven duygular devşirileceğine inananlara ve pazarlayanlara inat, gerçek amacı budur.

Başka bir ülkede olsaydı, bu destandan inanılmaz oyunlar, filmler yapılır, başlı başına bir “Kuvayi Milliye Destanı Müzesi” kurulur, uluslararası buluşmalar geleneksel hale getirilirdi. Bu uğurda, az da olsa çaba gösterenleri saygıyla selamlıyorum. Elin işgal ve saldırganlıktan başka bir anlamı olmayan öykülerinden bin film yapıp, kendi öykülerinden habersiz coğrafyalara “kültür emperyalizmi” örneği olarak dayatmasını ve ağzı açık ayran budalası gibi izleyip alkışlayanların da kulaklarını çınlatıyorum. Abartıyor muyum? O zaman çıkıverin sokağa, Rambo’yu sorun ve bir de “Arhavili İsmail”i ya da “Manastırlı Hamdi”yi”. Ahval budur ve 100. Yılda böylesi bir çabanın görülmemesi ne kadar acıdır.

Bir kişiyi değil, bir halkı “kahraman” olarak seçtiğini söylemiştik. “Kuvayi Milliye” bunu yaparken halk dalkavukluğu yapmaz. “Onlar ki…” diye başlayan bölümü bir kere daha baştan okuyalım, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Nazım Hikmet, destanında halkını başrole oturtup, içlerinden seçtiği insanları anlatırken, onları yalnızca övmez, pohpohlamaz, cehalet ve algısızlık batağında sıkıştıkları ve yoksulluk içinde barındıkları için onları anlar, dertlerini dert edinir ama onaylamaz. Elbette onları bu bataklığa iten tahtları, taçları, emperyalizmi, kapitalizmi şiirin ve yüreğin gözüyle yargılar ve su sızdırmaz biçimde mahkûm eder. “Ateşi ve ihaneti görenler”in öyküsüdür anlatılan. Yobazı, sömürgeni, haini, satılığı, işbirlikçiyi bu halka tebelleş olduğu için çırılçıplak soyup ortaya döker.

Her satırını insan severlik, vatanseverlik ya da yurtseverlik, bir memleketin özgürlük ve bağımsızlık savaşını, tüm insanlığın özgürlük ve bağımsızlığını evrensel bir hasretle ve kararlılıkla işlemek ve duyumsatmak… Nazım Hikmet’in neden büyük bir şair olduğunu bir kez daha kanıtlar. “Kuvayi Milliye” Şair Baba’ya “Vatan Haini” diyenlere verilen, “Hayır, bu ülkeyi gerçekte devrimci ve demokratlar sever” olarak da özetlenecek, kendi dilinden harika bir yanıttır.

Ki ona vatan haini deyip, halkının ve memleketinin gözünde küçültmeye, itibarsızlaştırmaya çalışan, okul kitaplarından, meydanlardan, sanattan ve kültürden yoksun bırakmaya çalışanların, gün gelip utanmazca ondan yaptıkları alıntılarla kürsülerde boy göstermesini de tarih not almıştır, almaktadır. Çıktığı yumurtayı beğenmeyen, “Öyle olaydı, böyle edeydi, lakin şunu da eksik bıraktılardı” gibisinden lafazanlık yapanları, Kurtuluş Savaşımızı küçümseyenler tayfasını da unutamayız. Tarihin yaşandığı dönemin koşullarıyla konuşulmasından bile habersiz, sözüm ona çok ışıltılı bu zifiri karanlık tipler, haklarında hurufat harcamayı bile hak etmiyorlar. Öte yandan Nazım Hikmet’in dünya görüşünü, memleket ve insan algısını, öngörülerini, teklif ve temennilerini göz ardı edip, içini boşaltarak, yalnızca hamaset ve kof törenselliklerle de “Kuvayi Milliye” anlaşılamaz. Nazım Hikmet’in yoldaşı olmak, öncelikle sözünü aynen onun gibi “Türkçe ve mertçe” söylemekten ve eylemekten geçer. Gazi’nin “Yurtta Barış, Dünyada Barış” sözüyle, destandaki şu dizeleri buluşturmadan, bu memlekete ve yeryüzüne dair en insani düşler görülemez, yaşamdaki karşılığı aranamaz:

“Yaralı bir düşman ayağına takıldı Nurettin Eşfak’ın ayağı.

Nurettin dedi ki: “Teselyalı Çoban Mihail”

Nurettin dedi ki: “Seni biz değil,

buraya gönderenler öldürdü seni…”

Sözü, bu yazıyı bitirip göndermeye hazırlanırken, adı lüzumsuz bir tipin “Kentlerin kurtuluşunu kutlamayı reddediyorum” mealinde konuştuğunu öğrendim. Yok, şahsen ben kızmadım. Tip doğru söylemiş. Elbette kutlamayacak. İnsan yenildiği ve çöpe gönderildiği bir vatan, memleket ve yurtseverlik mücadelesini kutlar mı? “Kuvayi Milliye”de bu tipler de ihmal edilmemiştir. Gülüp geçmek adına değil, tam tersine her söz ve hareketlerine dikkat etmemiz için, onlar da uzun uzun anlatılmış, göründükleri ve görünecekleri kisve ve takiyeleri ile ortaya atılıvermişlerdir. Çağdaş, demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti, biz lay lay lom yaşayalım, iki slogan üç türküyle devrimci olduğumuza inanalım, bıraktığımız bu boşluğu bu tipler yeniden işgal ve meşgul etsin diye kurulmadı. “Kuvayi Milliye” ise okuyup geçelim, ruhumuzu soğutup, kelimelerin sıcaklığında uyuyalım diye hiç yazılmadı.

Yeryüzü tarihi pek çok halkın, bu yazıya serpiştirilmiş değerlere koşut özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerini anlatır ve onların öyküleri o halkların ve ülkelerin onur destanıdır. “Kuvayi Milliye”yi bağrından çıkaran ve yaşayan bu halkın ataları, o halkın olağanüstü büyük önderi, kurtuluşun ve kuruluşun eşsiz kadroları ile onların öykülerini anlatan şairi, ölümsüzlüğü bir kere daha tanımlayan destanda buluşmuştur. Eşsizdir, aşılamazdır, benzerinin yazılması olanaksızdır.

Nazım Hikmet’e içerde ya da dışarda kötülük ve saygısızlık yapanlar, yalnızca bir şaire kıymadılar. Nicesini yaratacak üretim özgürlüğünü engelleyip, memleketimizin ve yeryüzünün kültür ve sanatına da en büyük kötülüğü yaptılar, insanlığa karşı bağışlanamaz suç işlediler. Bunu da unutamayız.

9 Eylül’ün 100. Yılını yaşadığımız, Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutlamaya hazırlandığımız bir süreçte, böyle bir yazıyla umarım bana ayrılan yeri hak etmişimdir. Yıl boyunca ve yer verildikçe, sizlerle buluşmayı isterim. Sözü Nazım Hikmet ustaya ve büyük destanından üç satıra bırakıyor, 9 Eylül’ümüzün 100. yılını yürekten kutluyorum.

“Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:

Tavşan korktuğu için kaçmaz

Kaçtığı için korkar!”

Editör: Haber Merkezi