Burcu Arman’ın ikinci romanı Beni Kim Öldürdü? Uyum Apartmanı sakinlerinin pek de sakin olmayan hayatını konu alıyor. Üstelik romanın anlatıcısı, onu kendi cinayetine götüren olayları okuruna anlatan bir ölü… Kitap önce bir sesli kitap projesi olarak yayımlandı, ardından da Epsilon Yayınları tarafından basılı hale getirildi. Burcu Arman’la romanını, apartman yaşantısını ve modern hayatı konuştuk.

Basılıdan önce sesli kitap formatında yayımlandı kitabınız. Bir proje olarak sesli kitap yazmak nasıl bir deneyimdi? Basılıya geçme kararını nasıl aldınız?

Sesli kitap yazmak benim için yeni ve çok keyifli bir deneyimdi. Zira normalde kitap yazarken dikkat etmek zorunda hissetmediğim birçok noktaya ayrıca eğilmem gerekti. Hikâyeden çok uzaklaşmamak, çok uzun cümlelerle dinleyicinin dikkatini dağıtacak tasvirlerden kaçınmak gibi… Çünkü nerede dinlediğinize bağlı olarak kaçırdığınız yeri tekrar bulmanız çok mümkün değil. Üstelik bölümlerden oluştuğu için aynı zamanda bir dizi senaryosu mantığında da düşünmeyi gerektiriyor. Dinleyicilerden çok güzel yorumlar aldım ama kitabı matbu olarak görmek ve okumak isteyen bir kitle de var elbette. Yaklaşık iki yıldır Epsilon Yayınevi için editörlük yapıyorum. Bu kitabın aynı zamanda basılı olarak da yayımlanması fikri hepimizin aklını çeldi diyebilirim. Ve sesli de olsa halihazırda yayımlanmış bir kitabı bana inanarak bastıkları için de teşekkür ederim bir kez daha.

Beyaz yakalılar pek edebiyatın konusu olmuyor. Bir beyaz yakalı üzerinden ana mekânı apartman olan bir roman yazma fikri nasıl oluştu?

Biraz daha günümüze ait bir şey yazmak istedim aslında. İnsanların sesli kitabı trafikte arabada ya da yolda yürürken, yemek yaparken dinlediğini düşündüm. Kendilerine yakın, içinde olabilecekleri ya da bizzat benim de karşılaştığım, zaman zaman canımı sıkan bazı karakterleri kullanabilmek istedim. Çünkü bence “beyaz yaka” sadece bir titr değil aynı zamanda büyük şehirlerde oluşan bir kültür hatta dahası bir kalıp. Elbette hepsi Berke Beyaz’ın yansıttığı kadarı değil, dinleyicinin/okurun yüzünü biraz olsun güldürmek istediğim gerçeğini inkâr edemem.

Apartman hikâyesiyse uzun zamandır yazmak istediğim bir şeydi. Çok fazla taşındığım için çok da fazla komşum oldu. Zaman zaman her bir apartmanla başka bir hayatın içinde hissettim kendimi. Bu yüzden olabilecek en tuhaf karakterler bir apartmanda olsaydı nasıl olurdu, düşüncesiyle çıktım yola. Tüm hikâyeyi anlatanın da beyaz yakalı anti kahraman olması fikri geldi sonra aklıma. Sevilmeyecek ama sempati duyulacak biri belki de, çünkü o bir ölü…

Bizim dönemin unutulmaz dizisi Bizimkiler’den Uyum Apartmanı’na sizce apartman hayatı nasıl değişti?

Of… Çok! Bana öyle geliyor ki biz mahalle kültürüyle büyüyen son nesiliz. Arkadaşını oyuna bağırarak çağıran çocuk kaldı mı? Ya da ona “Haydi eve” diye bağıran yetişkin? Gerçekten “Bir bardak şeker alabilir miyim?” diye kapıyı çalmalar da kalmadı. Çünkü biz bize yetiyoruz artık (ya da öyle sanıyoruz). Bir telefonla ekmeğimiz sütümüz kapıya geliyor, bir mesajla tüm ihtiyaçlarımızı alabiliyoruz. Başımız sıkıştığında anında arkadaşlarımıza, sevdiklerimize ulaşabiliyoruz. Bilmiyorum, romantik diyebilirsiniz bana ama ben hâlâ komşu daireye biri taşındı mı en azından kahve yapıp götürenlerdenim. Bununla birlikte evet, hâlâ aşağıya sepet uzatabilen apartmanlar var (neyse ki). Ama öyle bile olsa çoğumuz komşumuzu tanımıyoruz. Hatta çoğu zaman tanımak bile istemiyoruz.

Roman dedikodu, merak ve ilişkilerin yanı sıra küçük hırslar, kurnazlıklar ve küçük kahramanlıklar üzerine kurulu. Romanınızı modern hayatın parodisi olarak okuyabilir miyiz?

Öyle okuduysanız ne mutlu bana! Az önceki apartman tanımının içine tam olarak hayatta karşımıza çıkabilecek ama pek de rahat hissetmeyeceğimiz bu karakterleri koymak istedim aynı apartmanın içine. Herkesin bir şekilde yolunu bulmak istediği bir apartman (hayat da öyle değil mi?) Herkesin birbirinin hayatının bir kısmını bildiği, ama daha fazlası için yanıp tutuştuğu… Çünkü dedikodu, insanların bir araya gelme sebeplerinden biri. Bu neredeyse insanlığın ilk sosyal davranışlarından olarak kabul ediliyor. Bu durumda evet Uyum Apartmanı modern hayatın fazlaca abartılmış bir minyatürü diyebiliriz.

Karakter isimleri Berke Beyaz, Tarık Takıntı, Feza Fena, Şahaneler derken özellikle seçilmiş belli ki. Karakterlerinizi yaratırken isimleri nasıl belirliyorsunuz?

Okunacak bir metin yazarken de karakter isimleri benim için önemlidir. Ben genelde karakterlerin isimlerini kendilerinin seçtiğine inanırım (Bu, gerçek hayatta kedi ve köpekler için de geçerli). Ama dinlenecekleri için isimleri daha fazla akılda kalıcı olsun istedim. Üzerine biraz da komedi sosu gelince, soyadlarının karakterin yansıması ya da tezadı olan karakterler çıktı ortaya.

Sosyal medya, apartmanın sosyal medyası, haber ağı… çok güzel gözlemler ve mizahla anlatılmış romanda. Günümüz insanının gizlisi saklısı kalmadı. Böyle bir dünyada mutlu olmak mümkün mü? Mutluluk nedir?

Ne güzel bir soru, çok teşekkür ederim. Sosyal medyanın gözler önüne serdikleri ya da sermedikleri onu yoğun bir şekilde kullanan biri olarak benim de takıntım olmuştur hep. İlk kitabımın da alt metnindeki şey buydu. Bir yandan paylaşmanın bizi gerçekten yalnızlıktan uzaklaştırdığına inanıyorum. Diğer taraftan zaman zaman “Peki kiminle paylaşıyoruz?” sorusu takılıyor aklıma. Neden paylaşıyoruz? Mutlu olmak için mi yoksa mutlu olduğumuzu göstermek için mi? Hepimiz sosyal medyada yansıttığımız kadar mutlu değiliz elbette. Özellikle de Instagram’da, zira farklı medyaların farklı dinamikleri var. Bu da bana komik gelenlerden biri LinkedIn’de profesyonel görünmek zorundasınız, Twitter’da bir davanız bir sözünüz varmış gibi, Facebook yaşıtlarımız için daha çok duyuru panosu, Instagram ise bu bahsettiğimiz mutlu yaşam portalı gibi… Elbette istisnalar var.

İnsan uyum sağlamaya odaklı yaşayan bir varlık. Böyle bir dünyada da mutlu olmanın ama gerçekten mutlu olmanın yollarını yavaş yavaş buluyoruz gibi. Benim için bu “kendin olmak”tan geçiyor ve “Mutlu çağlar yoktur, mutlu anlar vardır” diyen Berger’e inanıyorum.

“Anlatacak hikayesi olsun diye yaşayanlar”dan olmamak için ne yapmalıyız sizce?

İşte bu sanırım az önce bahsettiğim o “mutluluğu” bulamayanların sorunu. Çünkü anlatacak hikâyesi ya da gösterecek yeni bir şeyi olduğunda mutlu olanların dünyasında yaşıyoruz çoğu zaman. Sadece göstermek değil, bunu yansıtamadığında mutsuz olan insanlar var. Belki hepimiz zaman zaman bu rüzgârın içinde sürükleniyoruz. Çocukluğumdan beri hikâyeler yazmıyorum, ama kendimi bildim bileli hikâyelerin/gündüz düşlerinin içinde yaşıyorum. Attığım her adımda, verdiğim her kararda bir hikâye olduğunu düşündüm hep. Herkes gibi “Başkaları ne der?” zamanlarından geçtim. Hâlâ da zaman zaman bununla sınıyorum kendimi. “Komşunun kızı ne yapmış?” örnekleriyle büyüyen bir neslin sosyal medyada bu hale gelmesi şaşırtmıyor beni. Söz konusu mutlu olmak ve kendi hayatını yaşamaksa eğer, bırakın komşunun kızı ne isterse onu yapsın. Sizin hayatınız başka bir hikâye, onunki başka…

YERİNDEN EDİLMENİN BÜYÜLEDİĞİ YAZAR

Abdulrazak Gurnah, 2021 Nobel Edebiyat ödülünü kazandığında aniden dünya medyasının ilgisini üzerine çekti. Türkçede İletişim Yayınları’nın okurla buluşturduğu Gurnah ile ödülü kazandığı açıklandıktan sonra Londra’da David Shariatmadari’nin The Guardian için yaptığı söyleşiden ana noktaları sizler için derledim.

ÖDÜL GEREKÇESİ

Nobel jürisi ödül gerekçesini “sömürgeciliğin etkilerine ve mültecilerin kültürler ve kıtalar arasındaki farklılıklardan doğan kaderlerine taviz vermeden ve şefkatli bir biçimde nüfuz etmesi” olarak belirtiyordu. Ayrıca yazdıklarındaki lirizm, abartısız ancak hüzünlü yan da Gurnah’ın edebiyatını öne çıkaran unsurlardandı. Böylelikle Gurnah 120 yıllık Nobel ödülleri tarihinde ödülü kazanan dördüncü siyahi kişi oldu.

Gurnah ödülü kazandığına kendi adını Akademi’nin internet sitesinde görene kadar tam olarak inanmamış. Ardından haberi ilk olarak eşiyle paylaşmış.

Uzun süredir editörlüğünü yapan Alexandra Pringle, ödül sonrası yine The Guardian’a, onun yaşayan en büyük Afrikalı yazarlardan biri olduğunu ancak kimsenin onu fark etmemesine üzüldüğünü söylese de Gurnah görülmediğini çok da düşünmüyormuş. Yine de Gurnah onu yeni tanıyan okurlardan memnun olduğunu belirtiyor.

AYRILMA, YERİNDEN EDİLME VE SÜRGÜN

“Yazmak ara sıra yaptığım bir şeydi, 'Yazar olmak istiyorum' diye düşünmemiştim. Yazmak, içinde bulunduğum yoksulluk, gurbet, vasıfsızlık, eğitimsizlik koşullarından doğdu” diyen Gurnah’ın romanlarının birçoğunun konusunu ayrılma, yerinden edilme ve sürgün oluşturuyor. Hatta Sessizliğe Hayranlık romanındaki anlatıcının, kendisi için İngiltere'de bir hayat ve aile kurmasına rağmen, kendisini ne İngiliz ne de artık Zanzibarlı hissetmesinden yola çıkarak yazara kendi geçmişiyle olan kopuşunun peşini bırakıp bırakmadığı sorulduğunda yazar, “Peşimi bırakmadığını söylemek onu melodramlaştırmak olur” diye cevap veriyor ve buna rağmen, yerinden edilme konusunun onu büyülediğini ve hâlâ gündemde olduğunu belirtiyor.

“Bu, zamanımızın çok büyük bir hikâyesi, insanların yaşamlarını anavatanlarından uzakta yeniden inşa etmeleri ve yeniden kurmaları gerekiyor. Ve bunun çok farklı boyutları var. Ne hatırlıyorlar? Ve hatırladıklarıyla nasıl başa çıkıyorlar? Ya da gittikleri yerde nasıl karşılanıyorlar?”

“GÖÇE VERİLEN TEPKİ DEĞİŞMEDİ”

60’lı yıllarda İngiltere’de kendi karşılanmasının da epey düşmanca olduğunu söylüyor.

“60'ların sonlarında ben çok genç bir insan olarak burada İngiltere’deyken, insanlar şimdi rahatsız edici olduğunu düşündüğümüz bazı kelimeleri yüzünüze söylemekten çekinmezlerdi. Bugün ırkçılık büyük ölçüde azaldı, ancak göçe verdiğimiz tepki değişmedi.”

İşler değişmiş gibi görünüyor (ama) şimdi mültecilerin ve sığınmacıların alınmasıyla ilgili yeni kurallarımız var, bunlar o kadar kaba ki bana bazen neredeyse suçlular içinmiş gibi geliyor. Ve bunlar hükümet tarafından savunuluyor ve korunuyor. Bu da bana eskiye göre büyük bir ilerleme gibi görünmüyor.”

KURGU, BİR KÖPRÜ OLACAK

Gurnah, İngilizlerin dünya çapındaki etkilerinin tarihi hakkında genel olarak yeterince bilgi sahibi olduğunu düşünmüyor.

“Bilmek istedikleri bazı yerleri biliyorlar. Hindistan mesela. Daha az çekici diğer tarihi yerler ve olaylarla bu kadar ilgilendiklerini sanmıyorum. Bence işin içinde biraz pislik varsa, bunu gerçekten bilmek istemiyorlar.”

Öte yandan, bunun sadece onların hatası olmadığını söylüyor.

“Çünkü bu şeyler onlara anlatılmıyor. Bir yanda etkinin tüm bu boyutlarını, sonuçlarını, vahşetlerini derinlemesine araştıran ve anlayan bir bilim dalına sahipsiniz. Diğer yanda, neyi hatırlayacağı konusunda oldukça seçici olan popüler bir söyleminiz var. Bana öyle geliyor ki kurgu, bunlar arasındaki köprü olacak. Yani bu konuları kurgu olarak okuyanların tepkisi umarım, 'Bunu bilmiyordum' ve 'Gidip bununla ilgili bir şeyler okumalıyım' demek olur.”

KELİMELERİN İZİNDE

bungun

s.

1. bunalmış, sıkıntılı.

2. sıkıntı verici, sıkıcı, boğucu.

SATIRLARIN İZİNDE

Bir aile geleneği olarak sülale fertlerimizden biri ne zaman yüz kızartıcı bir suça bulaşsa muhakkak ona iftira atılmış oluyordu. Ve hepimiz buna inanıyorduk. Başkaları suç işler suçlu olur bizim aileden biri suça karışsa muhakkak arkadaş kurbanı olurdu. Herkes hür iradesiyle hata yapmaya karar verir, bizim aileden biriyse, kesin beynini yıkamışlardır. Bizden biri toplumun kabul etmeyeceği bir şeyi kesinlikle yapmaz, yapmışsa da muhakkak kandırılmıştır; birileri suçu onun üzerine atmıştır. Bütün sülale inanıyorduk buna. Birbirimizin hatalarını görmeden, birbirimizi kusursuz kabul ederek yaşayabiliyorduk bir tek.

Nikâh Sarhoşluğu, Ferhat Uludere (Edisyon Kitap, 2021)

YAZARIN İZİNDE

ABDULRAZAK GURNAH

1948’de Doğu Afrika kıyısındaki Zanzibar’da doğdu.

İlköğrenimini İngiliz okullarında tamamladı. Arapça öğrendi.

Zanzibar Ayaklanması’na ve sonrasında kurulan sosyalist rejimin çalkantılı yıllarına tanıklık etti.

1968’de İngiltere’ye gitti. Yükseköğrenimin Kent Üniversitesi’nde tamamladı.

Postkolonyal edebiyat alanında uzmanlaştı.

Halihazırda Kent Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı profesörü.

2021 Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı.

İlk romanı Memory of Departure’da (Ayrılışın Hatırası, 1987) Afrika’daki gençlik yıllarının ardından ülkeyi terk eden Hassan karakterinin hafızasındaki Afrika imgesini postkolonyal dönemin kimlik sorunları ışığında inceledi.

İkinci romanı Pilgrim’s Way’de (Hac Yolu, 1988) daha iyi bir yaşam umuduyla İngiltere’ye gelen Tanzanyalı Davud, karşılaştığı göçmen karşıtı tutumlardan dolayı paranoyak bir benlik geliştirir ve çareyi Tanzanya’daki geçmişini tamamen silmekte arar.

Dottie (1990), Dottie Badoara Fatma Balfour karakteri üzerinden benzer bir yabancılaşma sorununu tartışır.

Cennet’te (1994) Gurnah, Yakup’un oğlu Yusuf’un Kuran’da anlatılan hikâyesini 1900-1914 arası Doğu Afrika’ya uyarlar.

By the Sea (Deniz Kenarında, 2001), emperyal pedagojinin Afrika’nın yerli gelenekleriyle karşılaşmasının doğurduğu verimli paradoksları konu eder.

Son Hediye (2011), 1996’da yayımlanan Sessizliğe Hayranlık’la (2018) birlikte bir nehir roman anlatısıdır.

Gurnah’ın hakikat anlayışı, gerek kolonyal dönemin karamsar ve toptancı tasvirlerini gerekse anavatan-memleket şovenizmlerini reddeden sahici bir arayışa dayanır.

KİTAPLARIN İZİNDE

Ekim: Uzun Pazar – Guy Vaes (Sel Yayıncılık, Ekim 2021, Roman)

Yayınlandığı günden bu yana büyülü gerçekçiliğin ve modern Avrupa edebiyatının gizli başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Ekim: Uzun Pazar, benliğini adım adım yitiren bir adamın öyküsüdür. Kayıp giden yaşantısını kayıtsız, dingin bir su gibi izlerken istediği tek şey, zamanın ve kaderin girdabında boğulmamaktır. Artık hareket etmeyi de bırakarak bir çeşit uyuşukluğa, belki de Antik Yunan filozoflarının mutluluk diye adlandırdığı o edebi istirahate kavuşmayı bekler ve bu gündüz düşlerinin ortasında karşısındakiler ondan kim olmasını isterse ona dönüşerek, "yaşamaktan ziyade başkaları tarafından yaşanıp yaşanmadığını" sorgular durur.

Kum Saatinde Kumkapı – Jaklin Çelik (İletişim Yayınevi, Ekim 2021, Öykü, yeniden basım)

Yıllardır uyuyakalmış kiremitler darbelere direndiler, birbirlerine daha bir sıkı kenetlendiler. Mutluluklar hüzün, yaşanmışlar yaşanmamış, günler hafta, aylar yıl olup birbirlerini bırakmamacasına. Çok geçmedi, indirdiler terası aşağıya. Cumbalı katın tavanı yoktu artık. Dört duvar bütün çıplaklığıyla ortadaydı. Sadece insanlar mı utanır utanılmaması gereken çıplaklıklarından, evler utanmaz mı acaba? Eşyaların da bizde hatırı yok mu? Jaklin Çelik, Kum Saatinde Kumkapı’da, bizleri İstanbul’un tarihî semti Kumkapı’nın insanlarına, evlerine, sokaklarına, geçmişine dair duygu dolu ve capcanlı bir yolculuğa çıkarıyor. Yaşama uğraşının, kentin dokusunun, farklı kimliklerin ve kesişen hayatların anlatıldığı bu öyküler Çelik’in edebiyat serüveninin ilk ürünleri, ilk heyecanları...

Hüzün Melikesi – Erkan Göksu (Kronik Kitap, Kasım 2021, Tarihi Roman)

Selçuklulara dair nitelikli çalışmalarıyla tanıdığımız Erkan Göksu’nun kaleminden bir tarihi roman olan bu kitapta yazar bizi 1242 yılı Anadolu’suna götürüyor ve Selçuklu Melikesi Hond Hatun’un hüzün ve umut dolu hikâyesini anlatıyor.

Bir Selçuklu melikesinin hüzünlü hikâyesini merkeze alarak Türkiye Selçuklu Devleti’ni yıkılışa götüren süreci anlatan Hüzün Melikesi, bir yandan Selçuklu tarihinin unutulmaya yüz tutmuş hatıralarını canlandırırken diğer yandan da zihinlerde doğru ve gerçek bir Selçuklu tasavvuru oluşmasına katkı sağlayan bir eser.

Çöken İstanbul – Suat Derviş (İthaki Yayınları, Ekim 2021, Röportajlar)

Suat Derviş bu sefer roman ya da öyküleriyle değil, hayalden hakikate yönelişinin milatlarından biri saydığı röportajları ile bizlerle. 1935-37 arasında yayınlanan bu röportaj dizileri İstanbul’u ve İstanbulluları merkeze alıyor. Suat Derviş, birkaç sene sonra İstanbul’un Bir Gecesi’yle çizeceği panoramanın eskizini yapıyor; bizi karanlık, yoksul ve hasta bir şehrin sokaklarında dolaştırıyor.

Pınar Öğünç’se kitaptaki yazısında, mümkün olsa, Suat Derviş’le zaman geçirmeyi ve onunla bir röportaj yapmayı arzu ettiğini söyleyip sormak istediklerini, merak ettiklerini anlatıyor. Bu yazı da Suat Derviş’i ve mirasını anlamak için çok önemli, duygusal bir kılavuz metin.

Editör: Haber Merkezi