Bir yerde usulca...

Y. Bekir Yurdakul

“Eski bir dostla lafın kurdelesini uzun tutmak, insanı saatte yedi kez kral yapıyor.”

Salâh Birsel (Nezleli Karga)

Salâh Birsel’in “günlük” kitaplarının neredeyse her yıl bir yenisinin çıktığı 1990’lı yıllar. Türkiye’nin alabildiğine sıkıntılı dönemi. “Yanlış Parmak”, işte o sıralarda yayımlanıyor.

Öncesi de var ama özellikle İstanbul’a taşındığımız 1986 sonrasında, Salâh Birsel’in, nesi varsa okuyan bir tiryakisi olarak hemen ediniyorum “Yanlış Parmak”ı da. Kitabın kapağında, şunlar okunuyor:

Salâh Birsel

Yanlış Parmak

Günlük: 1992

Ve daha yolda, heyecanla çeviriyorum sayfaları. “4 Ocak 1992” tarihli ilk günlükte kendimi buluyorum:

“(Feridun) Andaç ve Yurdakul’la oturup lafı peselediğimiz söyleşide (Varlık dergisi, Ocak 1992) dedim ki:”

Dostum Feridun Andaç, 1991’in bahar ayları olmalı, “Salâh Birsel’le birlikte bir söyleşi yapalım.” demiş, eklemişti: “Fotoğraf da çekersin...”

İşte o buluşmadan/ söyleşiden söz ediyordu Salâh Bey.

Sıkı bir hazırlığın ardından varmıştık Birsellere. Ne güzel karşılanmıştık! Ne güzel bir gündü! Kapının açılışı başkaydı, hoş geldiniz gülümsemesi/ inceliği bambaşkaydı... Karşılayan dünya incesi bir tiyatro sanatçısıydı; Jale Birsel’di çünkü. O an bir oyunda, sahnede mi duyumsamıştım kendimi? Değilse bir oyunun tam da içinde miydim? Aslında hepsi ve daha da fazlası... Kahve ne güzeldi, şaşırtan inceliği/ öne çıkmayışı... çay ne güzeldi!

Hem kayıt altına almıştık Salâh Beyin dediklerini (arada kulak vermiştim Jale ablaya) hem de not tutmuştuk. Sonrasında, aramızdan ayrıldığı yıla uzanan, yeni kitaplarla/ sohbetlerle, buluşmalarla sürüp giden sıcacık bir dostluk.

O gün (21 Eylül 1991) çektiğim fotoğraflarından birini, altına kendisinin konuyla ilgili tümcelerini (“Daha önce, yazarımızın evine gidip fotografisini çekmiş olanlar onu aile boyunda ve çerçeveli olarak peşkeş ederler.”) ekleyerek çerçeveletmiş, soğuk bir kasım ikindisinde, 1991’in İstanbul Kitap Fuarında kendisine armağan etmiştim. Yanımda götürdüğüm, Ada Yayınlarından çıkan “Bay Sessizlik” kitabını imzalarken yazdıkları, bu “armağan”dan hoşnutluğunu apaçık anlatıyordu: “Bekir Yurdakul’a/ unutulmaz dostluğuna dostlukla/ 25.12.91”

1992 Ağustosunda, göçü, İzmir’e doğru yola çıkarınca görüşmelerimiz, İstanbul Kitap Fuarı günleriyle sınırlı kaldı.

***

Takvimlerden 1999’un yaprakları düşmeye durmuşken 10 Martta koydu noktayı Salâh Bey. Sonrasında Jale ablanın İzmir günleri başladı. Karşıyaka’daki eve İstanbul’dan getirdikleri arasında benim Salâh Beye “armağan”ım o fotoğrafın da yer almasından duyduğum sevinci bugün de anımsarım.

Ve ne ara geçip gittiği sanki “izaha muhtaç” yirmi yıl. Geldik işte 2019’a... Uzun bir aranın ardından (arada uğramalarım olsa da yetmiyordu bunlar, İzmir Kitap Fuarında rastlaşınca sıkılamış; “Kayboldun yine, uğra da Salâh Beyin kitaplarını yeni baskılarını vereyim...” demişti.) çaldım kapısını sevgili Jale ablanın. Ilık bir ilkyaz ikindisinde, Karşıyaka Aksoy’da bir kafeye kadar yürüdük ağır adımlarla, bastığımız yeri belleyerek... Kahvelerimizi söyledik. Ve yudumlarımızın arasında (değil mi ki Salâh Beyin doğumunun yüzüncü yılıydı) sözü dolandırmadan getiriverdik Salâh Beye...

Kırk yıla yaklaşan o uzun birlikteliğe karşın, Salâh Beyin günlüklerinde/ metinlerinde çok az yer almıştı Jale abla. Bunu anımsattı ilkin ve ekledi:

“Bir yerde usulca bahsederseniz, edin. Yeter.”

“Peki.” dedim, ekledim: “Yirmi yıl sonra?”

“Bugün de etiyle kanıyla yanımda... Hâlâ sıcaklığını hissediyorum.”

Kahvesinden bir yudum aldı. Salâhsız geçen yirmi yılı şöyle bir dolandı:

“‘Salâh’a söyleyeyim bunu!’ duygusu onu yitirdiğim yıllarda çok yoğundu. Bunca yıl sonra ara ara hâlâ yokluyor.”

Ankara, İstanbul yılları da hüzün barındırıyor Jale Birsel için ama hele İzmir...

“Araba ne zaman deniz kıyısından geçse çok mahzunlaşıyorum. Çok seviyordu denizi, Karşıyaka’yı... Niye hiç değilse bir iki yıl buraya getirmedim, bir iki yıl olsun burada yaşamadık diye hüzünleniyorum.”

Zamanda yolculuk olanağını bulsa nereye varırdı Jale Birsel, kimbilir...

“Otuz sekiz yıl, birlikte geçirdiğimiz süre... Ama bana az geliyor.”

Birden aklıma geliyor. Öyle de çıkıyor ağzımdan:

“Şimdi şurada, karşınızda olsa...”

“Bakardım. Bakar kalırdım. ‘Hoş geldin, seni çok seviyorum. Otur masa başına...’ derdim.”

“Hemen sofraya geçsin isterdin, öyle mi?”

“Hayır hayır... çalışma masasına...”

“‘Çok özledim seni!’ derdim, koşar boynuna sarılırdım... ya da bayılır kalırdım.”

Tiyatro, edebiyat, sahne, tekstler, oyunlar, turneler... Sonra dostluklar. Kendimizi bir anda yetmiş yıl ötelerde buluyoruz...

“Sevda Şener, Adalet Ağaoğlu... kimler yok ki... asker arkadaşlarıyız biz.”

“Tertipsiniz, öyle mi?”

“Evet! 1947-48’de kızları da askere aldılar. Şener’le Adalet muhabereye yazılmışlar. Ben sağlık bölümünde yer aldım. Röntgen bölümüne verdiler beni. İğne yaptık. Sıdıka Su, Ruhi Beyin eşi, o da orada...

“Salâh Beyle yolunuzun kesiştiği yıllara doğru varalım mı bir?”

“Kanaviçe oyununda seyretmiş beni, beğenmiş... Kitaplarını verdi, okudum. Evlenmek istiyor benimle. O ara bir süreliğine Londra’ya gitmem gerekiyordu. ‘Bir düşüneyim...’ dedim. ‘Dönüşte konuşuruz.’

“Ben olur, deyince ‘Öyle nikâhla mikâhla uğraşamam ben. Hadi gidelim bize.’ demesin mi? ‘Ver nüfus kâğıdını, ben uğraşırım!’ dedim. Hemen çıkarıp uzattı...”

Gülümsüyorum, gülümsüyor Jale Hanım. Atadan dededen gelen bir incelikle anımsatıyor:

“Bunları, beni incitmeden yazıyorsun değil mi?” diyor ve ekliyor: “Çünkü ben de Salâh’ı incitmeden yaşadım.”

“Sonra?”

“Evlendik... Çok okuyan, çok çalışan birisidir Salâh. Ama o ilk günler, çalışma yok, okuma yok... Merak ettim. Sordum: ‘Niye çalışmıyorsun?’ Gülümsedi: ‘Seni üzmemek için.’ dedi.”

“Günlük yaşamdan, ilgilerinizden de açalım mı sözü?”

“Sinemaya, tiyatroya gidiyoruz. Dört-beş gazete alıyor Salâh. İki berjerimiz var. Ortada lambamız. Okurduk, konuşurduk. Birbirimize yardımda hiç eksiğimiz olmazdı. O yoğun çalışmalarının arasında kalkar, kahve içelim mi der, sonra mutfağa yönelirdi. ‘Ben yapayım kahveyi...’ diyecek olurum, ‘Kafamın yorgunluğunu atmak için ben yapayım.’ derdi.”

“Nasıl bir insandı Salâh Bey?”

“Hakseverdi, adaletliydi... Atatürkçüydü.”

Otuz sekiz yıldan kimi damlalar devşirsem niyetiyle sözü o kahve içiminde gezdiriyorum. Sevgili Jale Birsel, o kahve yudumlarının arasında bir yerlere varıp geliyor:

“Bir keresinde Salâh’ı korkuttum!”

“?!..”

“Evliliğimizin ilk yılları. Oyunu izlemeye gelmemişse ızgarayı, eve dönüş saatime göre hazırlardı. Bir akşam, oyun yok, dediler. Eve erkenden döndüm. Çalışıyordur, rahatsız etmeyeyim niyetiyle kapıyı kendim açtım. Hafifçe seslendim. Ses yok! Ortalarda görünmüyor. Anladım ki odasında... Kapısını açtım. Öyle dalmış ki. Duymadı kapının sesini. ‘Salâh!’ deyince ben, sıçradı koltuğunda.”

Anlar arıyor o yıllardan... Bulduklarını seçip ayırıyor ve paylaşıyor:

“‘Jale çok iyi bakıyor bana...’ derdi arkadaşlarına... Torunum Damla’yla eğlenceli saatler geçirirdi. Damla da bayılırdı ona, kucağından inmez, tepesinde gezerdi. Oyun bitip de Damla yatınca onun oyuncaklarını toplardı... ‘Her şey yaşarken... Öldükten sonra -tören mören- bir şey gerekmez. Kitapların yaşatır seni...’ derdi.”

Hüzünlü olsa da küçük sevinç dalgaları dolaşıyor Jale ablanın yüzünün o tatlı çizgilerinde. O dalgalardan yansıyan bir tümcenin eşliğinde yola düşüyoruz, eve doğru:

“Karşılıklı konuşamadığım için onu anlatmak iyi geliyor bana...”

Seni anlatmak, o alçakgönüllü duruşunu anımsamak, söylemek de seni sahnede seyretmek gibi iyi geliyor bize sevgili Jale Abla!

Editör: Haber Merkezi