SEVAL DENİZ KARAHALİLOĞLU/İZ GAZETE - Ortada beyaz bir tahta iskemle, arkada bir balıkçı ağı, ağa takılı balıklar, can simidi, gemici dümeni, eski fotoğraflar, bir havlu, bir kravat, mektup zarfı, köşede bir elbise askısı, fötr şapka, bir ceket, deri bir yelek ve diğerleri. Hep varlar, hep oradalar. Geçmişimizdeki siyah beyaz soluk karelerde, bugün evin bir köşesinde ve muhtemelen yarın da hayatımızda var olacaklar. Bir insanı tanımak demek, bir insanın hikayesini bilmek demektir. O insanları tanımak adına ‘anlatılan hikâyeyi’ Levent Üzümcü’yle konuştuk.

Neden ‘Anlatılan senin Hikâyendir?’

Çünkü hepimiz hikâyesi aslında birbirine çok benziyor. Bugün yerinden yurdundan edilmiş olan, Girit’ten Anadolu’ya sürgün edilmiş olanlarla, Nevşehir’den Niğde’den, hayatı boyunca hiç deniz görmemiş, en yakın hangi akrabasının deniz gördüğünü bilmediğimiz insanların, sırf isimleri ve dinleri başka diye Türkçe dışında başka hiç dil bilmeyen insanları bizim Atina’ya göndermemiz gibi çok saçmadır bunlar. Bunlar herkesin ortak hikayesidir.

Bu oyunu sahneleme fikri nasıl oluştu?

Devlet Tiyatrosu’nda, o yanan sahnede, yıllar önce ‘Muammer Muammer’ oyununu oynamıştım. Bir süre önce yanan o sahnede Cengiz Toraman’ın yazdığı ve oynadığı ‘Anlatılan Senin Hikâyendir’ oyununun prömiyerini izledim. O oyun, öyle bir coğrafyada büyük bir başarıyla 120 kez oynamıştır. Oyunu izlemekten o kadar mutlu oldum ki “ben, bu oyunu oynamalıyım” dedim ve şimdi oynuyorum. Orada Mehmet Dayıyı ve Barış’ı canlandırıyorum.

Oyunun bu kadar çok ilgi görmesini ve sevilmesini neye bağlıyorsunuz?

Tehcir sırasında, Van’dan Ürdün’e gitmek zorunda kalan bir aileyle, Bosna Hersek’ten Niğde’ye gönderilen aile arasında çok büyük bir fark yoktur. Bu devletlerin duygusal yapıları, ülke yeni kurulduğunda, Osmanlı Devleti parçalandığında oluşan o zelzele, bunların öncü depremleri, artçı depremleri öylesine çok insanı yerinden yurdundan toprağından etmiştir ki bu anlatılabilir gibi bir acı değildir. Aradan kaç yıl geçmiş üzerinden insanlar hala o acılarla yaşıyorlar.

Dedeniz Stefali İbrahim’in öyküsünü nasıl derlediniz?

çocuklar dedeleriyle ancak küçüklüklerinde vakit geçirebilirler. Ben hikayesini anlattığım dedemle hiç tanışmadım. Fakat annemin babası olan dedemle 40 yıl birlikteydim. En az 10 dede kadar bir dedeydi ve bendeki yeri çok özeldir. Stefali İbrahim yani hikayesini anlattığım dedem 1972 yılında, ben anne karnında üç aylıkken göçüp gitti. Ama çok sayıda insandan onun ne kadar doğru, düzgün bir insan olduğunu dinledim. Yasla barışmak adına hiç görmediğim dedemin ardından bu hikâyeleri anlatıyorum. Ben dedemle ilgili sorular sormaya başladığımda dedem öleli neredeyse 15-16 yıl olmuştu. Ben dedemle ilgili hikayeleri çevremdeki insanlardan, babamdan, halamdan, halamın eşinden eniştemden, büyük halamdan, amcamdan dinledim. Dinlediğim bu hikayeler birleşti ve oyunda anlattığım dedemi ortaya çıkardı. Burada yazın dili çok önemli. Bu hikayeyi ben yazmadım. Cengiz’le oturup saatlerce konuştum. Cengiz Toraman’ın dinlediği hikayeleri duyumsaması, gerçekten hissetmesi çok önemli. Burada söylenmemiş, anılmamış onlarca hikaye, onlarca olay, başka yerlerden duyulanlar var. Sahnede Cengiz’in bir yazar olarak yaratıcı dünyasından süzülen dedemi izliyoruz. Sonuçta kurgusal bir şey anlatıyorsunuz.

İzleyiciler tepkilerini nasıl paylaşıyorlar?

Birçok oyunda perde arasında özellikle üniversite öğrencilerinin içersinde hala bir büyüğü yaşayanlar varsa, dedesi, babaannesi, anneannesini arayan çok sayıda genç insan var. Böyle şeyler çok oluyor. Dedeciğim sesini duymak istedim diyor. Mesela Bursa’da Nazım Hikmet Kültür Evi’nde oyunu oynadığımızda, oyunun yapımcısı kuliste dolaşırken ne kadar fazla insanın anneannesini, babaannesini ve dedesini aradığını söyledi bana. Bu aslında geçmişle olan bağlantımızın ne kadar güçlü olduğunun da göstergesi. Geçmişe duyduğumuz saygıyı, geçmişle olan kucaklaşmamızı gösteriyor. Burada geçmişe duyulan özlemden bahsetmiyorum. Bana sormuşlardı. Tekrar 16 yaşına geri dönseydiniz ne yapardınız diye. Babaannemle daha çok vakit geçirirdim.

Sahnede dekor olarak büyük bir ağ ve bu ağa takılı birçok nesne görüyoruz. Balıklar, denizyıldızları, fotoğraflar, mektuplar, çay bardakları, eşarplar, havlular. Bütün bunlar neyi temsil ediyor?

Osmanlı çok büyük bir imparatorluktu. Birçok ırkın, dinin, mezhebin içinde rahatlıkla yaşayabildiği bir topluluktu. Bu imparatorluğun yaşadığı deprem çok fazla insanı birbirinden kopardı. Bunlar işte o mektuplardır, o insanların fotoğraflardır. Bu depremin üzerinden henüz bir yüzyıl geçmedi. Küçük bir tekne, bize Ege’yi hatırlatan balıklar, yengeçler, denizyıldızları, çay fincanları oyunda birçok şeyin referansıdır. Bu oyunda üç tane mübadele hikayesi anlatıyorum. Mehmet Dayı’nın, dedem İbrahim Üzümcü’nün ve Barış’ın hikayesi. Sahnede anlatılan aslında hepimizin hikâyesi…

İYİLİK KAZANACAK

O gece Levent Üzümcü içimizdeki çocuğun başını okşadı. Son derece sıcak, samimi, içten bir üslupla kaybettiğimiz iyi yanlarımızı anımsattı bizlere. Hasret kaldığımız iyi insanları, içimizdeki iyi insanı kucakladık. Kırılmış, örselenmiş, kötü insanlar ve kötülük tarafından istismar edilmiş iyi çocuğu açığa çıkardı. Pamuklar içine sarıp en derinlere sakladığımız o kırılgan çocuğun başını okşadı şefkatle. Sonunda iyiliğin kazanacağına ikna etti bizi. İnanıyoruz. İyiliğin kazanmasına o kadar çok ihtiyacımız var ki.

Editör: Haber Merkezi