Melike İlgün’ün son romanı Beni Hep Böyle Hatırla, 6-7 Eylül Olayları’ndan günümüze uzanan bir aşk hikâyesini zeminine alırken, Türkiye tarihinin bu önemli ve yüzleşilmemiş dönemiyle bağını kuruyor ve bize bugünün Türkiye’sinden bir kesit sunuyor. Eylül 2021’de Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanan romanda İlgün -romanlarında yapmayı sevdiği gibi- geçmişte yaşanan bir olayın küçük hayatlarda yarattığı enkazı kesişmeler aracılığıyla, yalın bir dille ve temposunu düşürmeden okura anlatıyor. Kendisiyle romanını ve “Ah’lar Ülkesi” olarak tanımladığı ülkemizi konuştuk.

Kitabınızın sonsözünde kitabı, karakterlerin her birine ayrı üzülmeniz sebebiyle çok zor yazdığınızdan bahsediyorsunuz. Böyle bir romanı yazma fikri nasıl gelişti?

Ben ah’a, yasa, özür dilemeye ve affa çok inanıyorum. Son iki kitabımda da farklı konular üzerinden ah’ı alınanların hesabını sormaya, onlarla yüzleşmeye, okuru yüzleştirmeye çalışarak yazdım. Çünkü Türkiye’de o kadar çok ah var ki, “Ah’lar Ülkesi” diyorum ben Türkiye’ye. Yası tutulmamış, özür dilenmemiş, affedilmemiş, halının altına süpürülüp yokmuş gibi yapılmış bir sürü acı… Hiç yaşanmamış gibi, hiç kimse acı çekmemiş, kimse ölmemiş gibi yapılan o kadar çok olay var ki… Tren katarı gibi sıra sıra… Oysa biz görmesek de, devlet başını çevirse de o ah orada duruyor. Arkasında kalanların acıları tüm tazeliğiyle duruyor ve özür dilenmedikçe o acı bir süre sonra kine de dönüşebiliyor. Kimbilir belki de iki yakamızın bir türlü bir araya gelmemesi bundandır. Ben de kendimce bir yerlerden yüzleşmeye, yüzleştirmeye, özür dilemeye, yas tutmaya çalışıyorum yazdıklarımla. Bir yazar olarak elimden bu kadarı geliyor, hatırlatmaya, okurlarımı o acıları yaşayanlarla hemhal etmeye çalışıyorum. 

Hikâyenizi günümüzde kurmuş, bize 6-7 Eylül’ün yaşananlarını daha çok bugünden anlatmışsınız. O döneme bugünden bakmayı seçmenizin nedeni neydi?

Çünkü romanda bir yerlerde yazdığım gibi “Yanlış dediğin şey durgun göle atılan taşa benziyor. Her halka bir yeni halkayı, sonraki bir diğerini, bir diğerini daha doğuruyor, göl tekrar sakinleyene kadar suyun yeri defalarca değişiyor. Kim bilir bir yanlış kaç nesilden kaç kişinin gözünde yaş, kalbinde taş oluyor.” Bir hatanın tek mağduru yok yani… O ah, o kalp ağrısı, o küslük nesillerce devam ediyor. O yüzden bugünden baktım 6-7 Eylül’e. O iki günün bugüne taşıdıklarının ağırlığını yansıtmak, hissettirmek istedim. Annelerinin acısını taşıyan evlatların, torunların sesi de duyulsun istedim. Sonsözde dediğim gibi yazarken kimin başını okşayacağımı bilemedim.

Romanın o güne kadar pek de yakınlaşamamış kadın karakterleri bir ölüm ve bir boşanma ile bir araya geliyor ve bu birliktelikleriyle güçleniyorlar. Bu birlikteliğin içinde kişileri sizce asıl iyileştiren, bağlarını güçlendiren şey ne? Bunu toplumlara uyarlamak mümkün mü?

Öyle değil midir hayatta? Ne kadar kopmuş olursa olsun, eğer ortada gerçek bir travma varsa birleşmez mi aile dediğin şey? Acı beraber göğüslenince hafiflemez mi? Ondan değil midir ölenin ardından evini boş bırakmamak, günlerce beraber pişirip beraber yemek… Ondan değil midir mevlit okutmalar, kırkını yapmalar… Zaten beni düşündüren, isyan ettiren de bu durum. Anadolu’da en kadim geleneklerden biri beraber yas tutmak iken, ölenin arkasından kalanı yalnız bırakmamak için mevlitler, kırklar, sene-i devriye anmaları yapılırken, taziyeye gidilirken, neden devlet yalnız bırakıyor kendi mağdurlarını? Bunu sadece 6-7 Eylül Olayları için söylemiyorum. Madımak için de, Dersim için de, Maraş için de, Çorlu Treni için de, Ankara Tren Garı için de, Beşiktaş Stadı Saldırısı için de, Mavi Çarşı için de, Soma için de söylüyorum. Devletin koruyamadığı, ölmelerine engel olamadığı herkes için söylüyorum. Yas kolektif tutulursa anlam kazanır. Yas karşısında sorumluluk alacak yiğit bir muhatap bulursa sonlanır. Mağduru kendi başına bırakırsanız o yas hiç bitmez ki, bitmedi işte, bitmiyor.

Kitabın bazı bölümlerinin girişinde çeşitli şairlerden şiirler epigraf olarak kullanılmış. Bu şair ve şiirleri seçmenizin özel bir sebebi var mıydı?

Ben şiiri çok seviyorum. Hafızamda bir sürü dize var, o dizeler de kendiliğinden çıkagelip, kuruldular baş köşeye, tam da yerlerini buldular bence. Yani ben onları seçmedim, yazarken kendileri geldiler, hoş geldiler sefa geldiler.

Kitabın geneline işlemiş bir de Türk filmi motifi var. Neydi sizi bu Yeşilçam vurgusuna iten?

Hiç hesaplı bir vurgu değildi. Tek kanallı televizyon dönemlerinden bilinçaltıma işlemiş imgeler yazarken yer yer çıkıverdi. Çok da kullanışlı oldu aslında. Çünkü hem o anki duyguyu anlatırken işimi çok kolaylaştırdı, hem de metni ferahlattı. Bir de Yeşilçam’ın hepimizi birleştiren bir yanı var. “Şeherli” olmaya çalışan kız deyince herkesin aklına gelen görüntü aynı, balıkçı Azize gibi dans etmek deyince de… E bir de Beni Hep Böyle Hatırla her şeye rağmen korunmuş ama kavuşulamamış büyük bir aşkın hikâyesi. Yeşilçam en çok da kavuşulamamış aşkların sineması değil midir? O yüzden Yeşilçam’ın hafızalarımıza nakşolmuş görüntüleri yazarken çıkıverdi. Bir baktım ki; yazmışım.

Karakterlerinizden Hatice “Vicdan başını çevirmemektir, yürüyüp gitmemektir” diyor bir yerde. Başka bir yerde de “Sen susunca, görmezden gelince yaşanmamış olmuyor ki” diyor. Toplumumuzu bu açıdan nasıl değerlendirirsiniz?

Biz başkasının acısını görünce “Çok şükür bana olmadı” diyebilen bir toplumuz. Bunu eleştirmiyorum aslında, bu çok insani bir durum, yani bir cenazede ölenin yerine kendi yakınını koyup üzülmeyi anlayabiliyorum. Ama ortada vicdan sızlatacak bir durum var ise “Aman başıma bir şey gelmesin” diye yürüyüp gitmek, susmak, görmemiş gibi yapmak suçluya güç veren, cesaret veren bir durum. “Susma, sustukça sıra sana gelecek” diyoruz ya, boşuna değil. Her sustuğumuz ileride bir başkasının çığlığı olur. Susa susa bu hale gelmedik mi zaten!

Edebiyatın ve sanatın toplumun kendisiyle yüzleşmesi konusundaki rolü sizce nedir?

Yüzleşilmeyen acı intikama dönüşür. Yazarlar da yüzleşilmekten kaçınılanı, görüp duyup da susulanı, yokmuş gibi davranılanı yazarak acıyı seyreltiyor belki de. Keşke daha fazlası gelse elimizden. Ben iyi olalım istiyorum artık, iyileşelim, hafifleyelim. Yazık bize!

Bir Korsan Gemisinde Çocuklar ve Sırları

Yazı: Faden Müge Mersin

Richard Hughes’un 1929’da kaleme aldığı, Jaguar Kitap tarafından Ağustos 2020’de Emin Sınır’ın çevirisiyle yayımlanan Jamaika'da Bir Fırtına; merkezine bir grup çocuğun 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere'ye gitmek üzere gemiyle yaptıkları seyahati konu alan bir roman. Hughes romanın fikrini tesadüfen okuduğu birkaç sayfadan almış. Yaşlı bir kadın arkadaşına ait olan bu sayfalar, kadının küçüklüğünde yaşadığı anıları içeriyormuş. Bu anılar; arkadaşının 1800'lerin başlarında West Indies'den İngiltere'ye geri dönerken gemilerinin korsanlar tarafından ele geçirilmesini ve çocukların korsan gemisinde şiddet görüp tacize uğramasını konu alıyormuş. Yağmalama bittikten sonra çocuklar yolculuk ettikleri gemilerine geri götürülüyorlarmış. Hughes, “Acaba çocuklar korsan gemisinde kalsalardı ne olurdu?” sorusu üzerine romanını kaleme almaya başlamış.

Eserin ilk sayfaları Batı Hint Adaları'ndaki Özgürleşme Hareketi'nin sonuçlarının resmedilmesini içeriyor. O sıralar bir İngiliz sömürgesi olan Jamaika'da yaşayan Bas-Thornton ailesinin çocuklarının gündelik hayatıyla tanışıyoruz. Ailenin evi bir fırtınada yıkılınca çocukların ebeveynleri onları daha güvenli gördükleri İngiltere'ye, eğitim almaları için göndermeye karar veriyorlar. Clorinda adlı küçük bir geminin kaptanına teslim edilen çocuklara Fernandez ailesinin üç çocuğundan ikisi de katılıyor. Clorinda'daki yolculuğun henüz başlarında gemi korsanlar tarafından ele geçiriliyor ve çocuklar yolculuklarına korsanların gemisinde devam ediyor.

Roman çocukların bu şartlarda devam ettirmeye çalıştıkları yaşamlarını mercek altına alırken korsanların ve çocukların bir arada olmalarına dair rahatsız edici (şiddet, taciz gibi) olayları içermiyor; bazı üstü kapalı göndermeler dışında. Zaten yazar kitabın başında Özgürleşme Hareketi'nden sonraki Jamaika'nın durumunu anlattığı sayfalarda romanın gizleri hakkında okuyucularına bir ipucu veriyor: “Bu, zihinde derin etki bırakan bir sahne; sıradan olandan, daha az romantik olandan, bu adanın istatistiksel olarak gerçek durumunu gösteren gündelik şeylerden çok daha derin bir şey.”

Romanın merkezinde Bas-Thornton ailesinin on yaşındaki en büyük kızları Emily var. Jamaika'da yaşadığı depreme, aslında yaşamını tamamen değiştiren fırtınadan daha fazla anlam yükleyen Emily'nin yaklaşımını yazar şöyle anlatıyor: “Eğer Emily bunun bir kasırga olduğunu bilseydi kuşkusuz çok daha fazla etkilenmiş olacaktı, çünkü sözcüğün kendisi fantastik bir dehşet içeriyordu.” Bu ifade korsan gemisinde yaşananların bir çocuğun kelime dağarcığına girememiş olması nedeniyle de eksik aktarılmış olabileceği izlenimi uyandırıyor. Emily'nin zihninde kalıcı iz bırakan olaylardan biri de kasırga sırasında evin kedisi Tabby'nin vahşi kedilerce öldürülmesi. “... o korkunç canavarlar tarafından neredeyse gözlerinin önünde parçalanan Tabby'nin korkunç kaderinin, kâbusların fethedilmesi kolay imparatorluğunu ele geçirdiği bir uykuydu bu.” Yazar bu cümleyi kahramanlarımız kasırganın içindeyken aileleriyle birbirlerine sarılarak uyumaları sırasında söylüyor. Buradan da çocukların gelecekteki korkunç kaderlerine dair bir ipucu yakalanabilir.

Eseri okurken en fazla merak edilen konu olan “Acaba çocuklar bir zarar gördü mü?” endişesine dair en açık aktarım gruptaki en büyük çocuk olan Margaret ile ilgili. Margaret'in korsan kaptan ve yardımcısının kamarasında kaldığını ve bir süre çocuklarla iletişiminin tamamen kesildiğini okuyoruz. Ancak okuyucuya bundan başka fazlaca bir detay verilmiyor ve Margaret hep susuyor. Öte yandan çocukların neyle karşı karşıya olduğunu yine çocuklardan duyabiliyoruz. Bas-Thornton ailesinin küçük erkek çocuğu Edward bir yerde şöyle diyor: “Kesin sesinizi, yoksa sizi KILIÇLA DOĞRARIM!”

Küçük kahramanların korsanlardan ne kadar korktuğuna dair bir başka simge de timsahla karşımıza çıkıyor. Korsanlar çocukları İngiltere'ye gitmek üzere buharlı bir gemiye gönderdikten sonra Emily ilk gecesini on beş santim uzunluğunda yavru bir timsahla geçiriyor. Normal büyüklükte bir timsahın ne kadar korkutucu olduğu ve zarar verebileceği inkâr edilemez bir gerçek. Korsanların geride kalmasıyla çocukların üzerlerinde yarattığı korkunun ne kadar küçüldüğünü buradan da anlayabiliyoruz. Ancak yazar burada “Timsahlar asla evcilleştirilemez” diyerek kafaları karıştırıyor. Evcilleştirilemeyen korsanlar mı yoksa çocuklar mıdır? Yine de çocukların korsanlardan uzaktaki yeni yaşamlarının çok daha az tehdit içereceği aşikârdır.

Eser boyunca zaman zaman okurla konuşan anlatıcının da bir çocuk olduğuna dair bir sav ortaya atılabilir. Hatta daha da ileri gidip onun Ferdandez ailesinin romanın başında ortaya çıkıp sonra kaybolan ortanca oğlu Jimmie olduğu bile iddia edilebilir. Bu da anlatıcının roman boyunca kendisini kabul edilemeyecek olaylardan soyutlamasını açıklıyor olabilir. Eserde gün ışığına çıkmayan bunun gibi daha pek çok sır bulunuyor. Bu sırları keşfetmek üzere burada kitabın kapağını açık bırakıyoruz.

KELİMELERİN İZİNDE

duyunç

a.

eş. vicdan

1. kişinin, kendi eylemlerini ve niyetlerini töre, ahlak yönünden iyi ya da kötü bulmasını ve bununla birlikte, doğruyu ve iyiyi yapmasını sağlayan ve bu işleri kovuşturan duygu, iç evren.

2. fels. insanın, ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapma yetisi, gücü, törel bilinç.

SATIRLARIN İZİNDE

Bilmeyenler için söyleyeyim: Bir beyaz yakalı için sahip olduğu sektör, dünyayı kurtaracakmış ya da dünyanın sonunun gelmesini engelleyecek tek bilgi ondaymışçasına önemlidir!

Dünyanın en önemli işini yaptığımdan emindim. Şimdiyse o kadar da önemli gelmiyor. Yani elbette tüylü dostlarımızın kıçının rahat etmesi önemli bir şey, ama dünyayı kurtarmadık değil mi? Bunun için yaptıklarım? İşte bu noktadan emin değilim. Belki de gerçekten bu yüzden apartmanın kahramanı olmaya adamıştım kendimi. Çünkü içten içe istediğim aslında böyle bir hayattı.

Beni Kim Öldürdü? – Burcu Arman (Epsilon Yayınları)

YAZARIN İZİNDE

Hermann Broch

Modern romanın temellerini atan yazarlardan…

1 Kasım 1886’da Viyana’da doğdu.

Babasının isteği üzerine aldığı mesleki eğitimini, 1907’de tekstil mühendisi olarak tamamladı.

İlk edebi yayınının tarihi 1913’tür.

1927’ye kadar babasının fabrikasında yöneticilik yaptı. Fabrikayı satıp matematik, felsefe ve psikoloji öğrenimi görmeye karar verdi.

1938’de Avusturya’nın nasyonal-sosyalistlerce işgali esnasında Gestapo tarafından tutuklandı.

James Joyce ve arkadaşlarının girişimi sayesinde ABD’ye iltica etti.

İlk romanı Die Schlafwandler yayımlandığında 45 yaşındaydı.

Aynı yıl yazmaya başladığı Vergilius’un Ölümü 1945’te, Die Schuldlosen 1950’de, Bilinmeyen Değer 1933’te, Büyülenme 1976’da yayımlandı.

30 Mayıs 1951’de New Haven’da öldü.

Edebiyat eleştirmeni George Steiner Broch’un, Joyce’tan bu yana Avrupa edebiyatının en büyük romancısı olduğunu ve Vergilius’un Ölümü’nün Ulysses’ten günümüze kurgunun teknik olarak ne denli ilerlediğinin tek gerçek kanıtı olduğunu söylüyor.

(Kaynak: http://www.ithaki.com.tr)

KİTAPLARIN İZİNDE

Deli İbrahim Divanı – Ahmet Büke (Can Yayınları, Kasım 2021, Roman)

Deli İbram Divanı, öykücülüğümüzün yaşayan büyük ismi Ahmet Büke’nin romanda da ne kadar mahir olduğunu gösteren, uzun yıllar akıllarda kalacak, konuşulacak bir eser. Ege insanının doğayla, tarihle, efsanelerle beslenen hayatı, coğrafyamızın kangren olmuş adaletsizlik, gelir eşitsizliği sorunlarıyla harmanlanıyor, bir ada ve deniz hikâyesi olarak biçimleniyor. İzmir’in de yer yer karakter olarak belirdiği bir dönem romanı olan Deli İbram Divanı, deniz edebiyatımızın klasikleri arasına girmeye aday.

Sevmek Eskidenmiş Güzelim – Murat Şahin (Biz Kitap, Kasım 2021, Öykü)

“…Manolyam, Bir Demet Yasemen, İşte Benim Zeki Müren şarkılarını dinlemenizi öneririm. Kahır Mektubu’nu da yazmak isterdim ama yarım saatlik bu şarkı çilingir sofrası hazırlanmadan içilmez, pardon dinlenmez…

İzmir Enternasyonal Fuarı’nda Zeki Müren Manolya gazinosunda sahne alırken dedem mutlaka onu dinlemeye gidermiş.

Eski nezaket, eski sofralar, eski insanlar, ‘Canım Ege’me saygımla geldim’ diyen Zeki Müren yok artık.

Ah, bir kitap beni nerelere götürdü! Bakalım sizi nerelere, kimlere götürecek?”

Ses, Anlam ve Mazi / Etkilerin Kavşağında Yahya Kemal Şiiri – Pınar Aka (İletişim Yayınevi, Ekim 2021, Eleştiri-İnceleme-Kuram)

Yahya Kemal, 1903 yılında gittiği ve dokuz yıl kaldığı Paris’te Victor Hugo, Théophile Gautier, Théodore de Banville gibi isimlerin şiirini daha yakından tanımaya başlar. Onu asıl etkileyen Verlaine ve bilhassa Baudelaire olur. Tarih ve Divan Edebiyatı üzerine yaptığı araştırmalar sonucunda kendi geçmişini ve kültürünü de gerçek anlamda burada keşfeder. Pınar Aka, bu çalışmasında Yahya Kemal şiirini kişisel ve kültürel yönleriyle ele alıp bu unsurların şiirin inşasına nasıl katkıda bulunduklarını araştırırken, Doğu-Batı, geleneksel-modern, imge-ses gibi ikili karşıtlıkların nasıl etkileşime girdiğini sorguluyor.

Umudun Pedagojisi / Ezilenlerin Pedagojisi’ni Yeniden Yaşamak – Paulo Freire (Yordam Kitap, Kasım 2021, Eğitim)

Paulo Freire, bu kitapta bir eğitimci olarak kendi serüvenine ve başyapıtı olarak kabul edilen Ezilenlerin Pedagojisi’nin yazılış sürecine odaklanıyor.

Avukatlığı bırakıp eğitimci olma kararıyla başlayan ve politik çalkantılarla farklı ülkelerde bir göçmen olarak devam eden mesleki yaşamını, keskin gözlem gücü ve canlı anekdotlarla anlatıyor. Bizi ‘‘halk eğitimi’’ mücadelesinin yirminci yüzyıldaki tarihine götürüyor.

Freire’yi ve onun eğitim anlayışını daha derinden kavramak isteyenler ve daha eşit ve özgür bir toplum mücadelesinin etik boyutlarının ne denli tayin edici olduğunu fark edenler için vazgeçilmez bir rehber.

Editör: Haber Merkezi