Olga Tokarczuk’u Neşe Taluy Yüce çevirisiyle 2020 yılında Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde adlı romanını okuyarak tanımıştım.

Polonya’da büyüyen, psikoloji eğitimini Polonya’da tamamlayan, burada Carl Jung üzerine çalışan ve üniversite sonrası evlenip yine Polonya’nın bir kasabasına yerleşen Olga Tokarczuk, klinik psikoloji alanında uzmanlaşmış, uyuşturucu bağımlıları ve alkoliklerle çalışmış bir psikolog. Ancak kariyerinin daha başlarında terapist olmak için fazla nevrotik olduğunu düşünerek Londra’ya bir seyahat ayarlamış, ardından Londra’da biraz İngilizce öğrenip çeşitli işlerde çalışmış ve yine Polonya’ya dönerek kendini tamamen yazmaya vermiş.

Kısa öykülerle edebiyat dünyasına adımını atmış, Flights romanı ile 2018 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş.

Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde romanını elime alışımda romanın ilgi çekici hikâyesinin yanında 2018 yılında yazarına verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nün de etkisi vardı. Romanı bitirdiğimde ise Olga Tokarczuk’u biraz daha yakından tanıma ihtiyacı hissetmiş, William Blake’i yeniden ve başka bir gözle okumak için heveslenmiştim. Ancak Tokarczuk hakkında okuduğum Türkçe yazılar romandan anladığıma ve romanın içimde titrettiği noktaya pek de yakın değildi. Böylece Olga Tokarczuk hakkında başka kaynaklar aramaya başladım. Hatta bu roman üzerine birkaç söyleşisinden bir derleme yapıp Türkçeleştirdim.

Söyleşinin bir yerinde Tokarczuk şöyle diyordu:

“Hikâyeler anlatıyorum ve bunu dürüstçe yapmaya çalışıyorum ki insanlar onlarla ilgilensin ve onlardan zevk alsın. Ama bunu yapma sebebim her şeyden önce, onların zihinlerini genişletebilmek, huzursuz olmalarını ve şimdiye kadar doğal olarak gördüklerini sorgulamalarını sağlamak.”

Evet, Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde benim üzerimde tam da böyle bir etki yaratmıştı. Romanın tekinsiz ve soğuk kuzey atmosferi ile kahramanımızın yaşamı savunması son derece etkileyiciydi ve bende iz bırakan romanlardan biri oldu.

Olga Tokarczuk okuma listemde hızlıca yerini aldı ancak onunla ikinci buluşmamız Ekim 2021’de yine Timaş Yayınları tarafından Neşe Taluy Yüce çevirisiyle yayımlanan Son Hikâyeler adlı romanıyla oldu.

ÜÇ UZUN HİKÂYE, PARÇALI ANLATI

Kitabın kapağında “roman” olarak belirtilmiş ama aslında kitapta üç uzun hikâye var. Bu hikâyeler birbirinden asla kopuk değil, ama birbirine bağlı demek için de epey dikkatli bir okuma istiyor okurdan. Ancak bağlantıları kaçırsanız bile bu hikâyeleri birbirinden bağımsız hikâyeler olarak okumanız da mümkün. Kitapta her hikâye kapak tasarımından da anlaşılacağı gibi üç kuşaktan bir kadına ait; anne, anneanne ve kız. Tokarczuk bu kitabında bir açıdan söyleşisinde söylediği gibi “doğal olarak gördüklerimizi sorgulamaya” çağırıyor, bir açıdan da görmeyi o kadar istemediğimiz, tabu kavramlardan biriyle karşılaştırıyor bizi: ölüm.

Yazar bize parçalı ve dağınık bir anlatı sunuyor bu kitapta. Okurun dikkatini sadece bağlantıları kurmak için değil, anlatıyı takip etmek için de istiyor. Çevirmeninin Tokaczuk kitaplarına dönük bir yazısında ise yazarın bu parçalı anlatımları sebebiyle epey eleştiri aldığından bahsediliyor. Ancak bu parçalı anlatımın, hikâyeler arası sıçramalar, zaman atlamaları, verilen boşluklar, semboller aracılığıyla okurun zihninde büyük boşluklarla birlikte geniş bir tahayyül ve düşünce alanı açtığını da söylemek gerekiyor.

ÖLÜMLE KARŞILAŞMA

Üç ayrı bölümde üç kadın kahraman farklı şekillerde ölümle yüz yüze geliyorlar. İlk hikâyede kendi ölümüyle burun buruna gelen Ida var.

“Ölüm denemesi -ani, beyaz bir sessizlik. Korku, ancak yüreğin çarpmasıyla çıkıyor ortaya ve hareketin, çırpınmanın ritmin düşmesinin bir sonucu bu. Heyecan her zaman bedenin herhangi bir durumu sonucunda ortaya çıkar, asla başka bir şey değil, diye keşfediyor Ida. Kalp durduğunda korku kayboluyor.”

İkinci hikâyede kocasının ölümüne tanıklık eden Paraskeva var.

“O öldü, ben de gidip yattım. Çünkü artık hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum; ne onu diriltebilir, ne kendim ölebilirdim. Oysa uyku, olayların arasına yumuşak sınırları inşa etmeyi iyi becerir. Günün sonunda uyku ortaya çıkmasa, herhangi bir şey gerçekten ne başlar, ne de biter.”

Üçüncü hikâyede ise Maja başkalarının ölümlerine tanıklık ediyor. Ancak bu bölüm daha çok bir yolculuğu anlatıyor bana. Yazar ilk kahramanını kendi ölümüyle, ikincisini ötekinin ölümüyle karşılaştırdıktan sonra üçüncü kahramanını başkalarının ölümleriyle karşılaştırıyor. Ölüme bakışın açısını değiştiriyor.

BELLEK, BEDEN, SADE VE GÜÇLÜ TASVİRLER

Ölümün varlığının yanında yaşamın devamlılığı, bellek ve beden en çok üzerinde durulan kavramlardan.

Ancak ölüm her hikâyede açılan boşluklardan, bellekte beliren anılardan çok daha geniş bir anlama teslim ediyor kendini.

Bu kitapta beni en çok etkileyenlerden biri de Tokarczuk’un doğayla bütünleşmiş anlatısı oldu. Doğa dışarıda ona hükmettiğimiz ayrı bir parça olarak durmuyor, insan doğanın bir parçası olarak onunla birlikte ve uyum içinde yaşamayı beceriyordu.

“Yıldızları iyi görüyorum. Hareketlerini gözlüyorum; dönüyorlar, ama çok yavaş, sabırlı olmak gerek; kışın bu dört ladin ağacını büyük genişçe çizilmiş M harfine benzetiyorum, üstlerinde, kuyruklu bir daire, yıldızlardan bir uçurtma, iple tutturulan bir balon sıkı örülmüş bir yuva var. Gökyüzü evimizin üzerinde dans eden bir etek gibi dönüyor. Yerden dansı seyrediyoruz.”

Bir diğer nokta ise yazarın bedene dönük tasvirleriydi.

“İşte rahim -karanlık bir tünel ve sonunda etin kanlı kıvrımlarında küçük sarımsı bir damla görülür, hani -inci gibi- o tünelden dışarı ve aşağıya kayar, bir süre sonra pişmanlıkla etli duvarları soyulmaya başlar, kanlı tabakalar halinde düşerler ve yapışkan bin kan damlasına dönerler.”

Dağınık anlatıları sevenler, doğayla birliğimizi ve dünya üzerindeki yolculuğumuzu düşünmek isteyenler için Tokarczuk’un 2004 yılında yazdığı Son Hikâyeler iyi bir seçim olabilir.

“İdeal’e Karşı Vulnus’u Tanıyın” 

Kurumsal hayatta bir beyaz yakalı olarak çalışırken, “Sen de çok hassassın” sıklıkla duyduğum bir sözdü. Bazen bana söylendi bazen arkadaşlarıma… Bu söz insanı kendine yabancılaştırırken, daha güçlü, daha sert, daha daha daha olmak gibi kendisiyle uyuşup uyuşmadığı önemsenmeyen hedefler ve gereklilikler ekliyordu kişinin hayatına.

Kurumsal hayattan ayrıldıktan sonra bu kez Clarissa P. Estes’in bir şiirinden ilhamla “Peki, senin duyguların nerede?” diye sorabilmeye başladım hassas davrandığımı söyleyenlere. Otoriteye başkaldırıydı bu. Bir nevi kendini ortaya koyma. Ama günü geldi kendi kırıldığım yerden kırdım. İçimdeki otoriteyle karşılaştım. Ürktüm. Çünkü insan içindeki otoriteyi gerçek sanıyor. Onun İdeal’in bir yansıması, ataerkil sistemin günbegün içine işlemiş, bu sebeple de farkında olmadığı bir tezahürü olduğunu göremiyor. Kısacası ben de Gamze Hakverdi’nin Vulnus isimli kitabındaki durumlara benzer duygular yaşamıştım. Herkes gibi…

YARALANMAYA AÇIĞIZ

Gamze Hakverdi’nin Vulnus – Kırılganlık Üzerine adlı kitabı Haziran 2021’de Metis Yayınları tarafından yayımlandığında önce adıyla sonra da kapak görseliyle dikkatimi çekmişti.

Kırılganlık, Latince vulnus kelimesinden türetilmiş bir kelime. Vulnus “yara” demek ve kırılganlık (vulnerability) “yaralanmaya, incinmeye zarar görmeye açık olmak” anlamına geliyor.

Kapaktaki koltuk ise Pınar Hakverdi’nin fotoğrafladığı, Roma’daki bir sokak sanatçısı kadının enstalasyonu… “Hiç kimsenin rahatça yerleşemediği gösterişli bir koltuğa benzer “ideal”. Hep oradaymış ve hep orada olacakmış gibi optik düzenin merkezine yerleşiktir. Bir sabitlik sunar; konfor vaat eder. Kapaktaki koltuk gibi hem gündelik ve sıradan bir nesne gibi görünür; hem de aşırı varlığıyla gündelik olanın rahatını kaçırır, göze kendi varlığını dayatır ve sembolik olarak hep erişilemez bir uzaklıkta kalır” diye tanımlıyor yazar koltuğun ideallik ve kırılganlıkla olan bağlantısını. Fotoğraf bize barok bir koltuk sunuyor. Ancak oturma yerinden otlar yapraklar fışkırmış, insan nasıl oturacağını bilmiyor; koltuk çok rahat görünüyor ama oturduğunda seni asla rahat ettirmiyor. İşte Gamze Hakverdi vulnus’u tam da o yapraklar ve otlar gibi “ideali aşındıran bir şey” olarak tanımlıyor bir söyleşisinde.

KIRILGANLIĞIMIZDA BULUŞUYORUZ

Kitaptaki örnekler Türkiye’den ve İtalya’dan 30’lu yaşlara kadar katılımcılar arasından örnekler. Katılımcılar hem kadın hem erkek. Dolayısıyla kırılganlığın sadece kadınları etkilemediği, erkek olanın da idealden, ideale ulaşamamaktan veya ideale fazla yakın olmaktan dolayı kırılganlıklar yaşadığını görüyoruz. Ataerkil sistem hem kadını eziyor hem erkeği. Bizi buluşturan nokta ise kırılganlığımız oluyor.

Toplumsal hayatlarımızı bizden büyük bir sesi duyarak yaşıyoruz. Bu zaman zaman en yakın çevremizden geliyor, zaman zaman el alem ne der düşüncesinden, zaman zaman da kendi içimizden. İnsan kendini ben diye tanımlarken karşısına bir öteki koyuyor, bir de büyük öteki diyebileceğimiz bir Öteki her zaman kulaklarımızda yankılanıyor. İşte bu bize zayıf olmayı, başarılı olmayı, seksi olmayı, erkeğin kadından uzun olmasını dayatan, dayatmakla kalmayıp bunu normalleştiren ve içimize yerleştiren bir ses… Sistemin sesi.

İDEAL’E YAKLAŞMAK YA DA UZAKTAN BAKMAK

Böylece bu ses bu ideale uymayan insana kendini kusurlu ve dışlanmış hissettiriyor, toplum bunu ilişkiler boyutunda davranışlarla kişiye yansıtıyor ve kendinden uzaklaşan insan kırılganlığının içinde kendini yalnız hissediyor. Öz sevgiyi yakalamakta zorlanıyor. Hatta bu durumu yaşarken toplumsal sesin uygulayıcısı haline de geliyor. Mesela şişman bir erkek, şişman bir kadın ondan hoşlandığı için mutsuz olabiliyor. Kendinden kısa bir adamla çıkan bir kadın, bu sebepten terk edilip kırılganlığını yaşarken kadının uzun olduğu çiftlerin iyi gözükmediğine dair yargısını yineleyebiliyor.

Bedenden ilerliyor Gamze Hakverdi. “Bedensellik, yaralanmayı, yaşlanmayı, hastalığı ve elbette ki ölümlülüğü beraberinde getirerek insanı kırılgan kılar” diyerek doğduğumuz andan beri kırılganlık yasasına tabi olduğumuzu ekliyor. Ayrıca ilişkisellik boyutunda da konuyu ele alarak, “Bir insanlık durumu olarak kırılganlık, ontolojik olduğu kadar ilişkiseldir de ve tam da bu ilişkiselliği nedeniyle kavramlararası birçok ittifakın ve çatışmanın merkezindedir. ‘Herkesin ortak kırılganlığı’ ile ‘belirli bir öznenin ya da grubun tekil ve istisnai kırılganlığı’ arasındaki köprüyü kuran da bu kavramsal ittifaklar ve çatışmalardır” diyor.

AKADEMİK BİR ÇALIŞMA

Vulnus’un dili Lacancı psikanalize uzanıyor. Bu sebeple ortalama okur için çok basit değil. Ancak Hakverdi’nin açıklamaları ve araştırma katılımcılarının yazdıkları metinler konunun ne kadar yakınımızda olduğunu, hepimizin hayatımızın bir yerinde o veya bu şekilde bu duygularla karşılaştığımızı ve muhtemelen de karşılaşmaya devam edeceğimizi gösteriyor.

“Hep güçlü olma” fantezisinin dışına çıktığımda ve başka insanların kırılganlıklarını duymaya, onlarla bu kırılganlıkları paylaşmaya başladığımda yalnız olmadığımı hissetmiştim. Gamze Hakverdi’nin çalışması ise bu duygularımı akademik düzleme taşıyan bir çalışma oldu benim için.

Malum pandemiyle birlikte kırılganlıklarımız da daha çok görünür oldu. Kahramanı yıkan anlatılar çoğaldı. Artık o sert buzulların çatladığını, sızıntıların arttığını görüyoruz. Barok koltuktaki otlar ve çiçekler çoğalıyor. Hakverdi’nin de dediği gibi, İdeal’e karşı Vulnus’u tanımak gerekiyor. Bizi tanımlayan tek şeyin o çiçekler olmadığını unutmadan, buradan başka ayırımlar yaratmadan yaşamaya başlamalı insan.

KELİMELERİN İZİNDE

bellek

a.

1. öğrenilmiş ya da yaşanmış konuları, bunların geçmişle ilgisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü. eş. esk. hafıza.

2. bir bilgisayarda, verilerin ve işlem dizilerinin elektronik işaretler biçiminde saklandığı bölüm.

SATIRLARIN İZİNDE

"... Her acı bir başka acıyı mayalıyor kızım. Vaktinde neye sustuysan o sustuğun illa ki senin dersin oluyor. Bak memleketin çilesi bitmedi bir türlü, sesini azıcık çıkaran gazeteci de içeride, nümayişe yeltenen gençler içeride... Huzur var mı kızım! Yok! Çünkü başına gelene kadar sustu herkes kızım! 'Bana olmaz' deyip sustu. Sen susunca, görmezden gelince yaşanmamış olmuyor ki... Sen sustukça katil cesaretleniyor. Kendinden olmayan herkesi yok edene kadar..."

Melike İlgün - Beni Hep Böyle Hatırla (Kırmızı Kedi Yayınları)

YAZARIN İZİNDE- Oğuz Atay

1934'te İnebolu'da doğdu.

Ankara Maarif Koleji’ni, İTÜ İnşaat Fakültesi’ni bitirdi.

1960’ta İDMMA İnşaat Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı.

Tutunamayanlar’ı yayımlamasının (1971-1972) ardından, önemli bir tartışmanın odağına yer aldı.

TRT 1970 Roman Ödülü’nü kazanan Tutunamayanlar’ı kısa bir süre sonra, 1973 yılında Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı izledi.

Hikâyelerini Korkuyu Beklerken başlığı altında topladı.

1911-1967 arasında yaşamış hocası Prof. Mustafa İnan’ın hayatını romanlaştırarak Bir Bilim Adamının Romanı’nı yazdı.

Oyunlarla Yaşayanlar adlı tiyatro eseri Devlet Tiyatrolarında sahnelendi.

Atay 13 Aralık 1977’de, büyük projesi 'Türkiye’nin Ruhu'nu yazamadan hayata gözlerini yumdu.

KİTAPLARIN İZİNDE

Görenler Olmuştur – Vuslat Çamkerten (İletişim Yayınevi, Aralık 2021, Öykü)

Varoluşlarını sürdürmek için yer değiştirenler, ormana kaçanlar, uçurumların ve büyük umutların peşine düşenler, deliliğe varan bir tutkuyla sanatın izini sürenler... Felsefeciler, ressamlar, şiir avcıları, akademisyenler, çıkışı arayan üniversiteliler, âşıklar, eski devrimciler... Vuslat Çamkerten, Görenler Olmuştur’da yer alan öykülerinde büyülü sonlar yaratıyor. Hayat sıradan bir şekilde ilerlerken, bu akışı toz duman edenleri anlatıyor.

Saatin Arka Yüzü – Mehmet Zaman Saçlıoğlu (Bilgi Yayınevi, Ekim 2021, Deneme)

Zaman, kendini saatin ön yüzünde ne kadar gösterir? Orada akan zaman mıdır yoksa zamanın bir soyutlaması mı? Hiçbir zaman biriminin olmadığı, belirsiz bir rüzgârın tozları biriktirdiği, ışığın duvar boyasını soldurduğu, belki küçük bir örümceğin kendisine dünya kurduğu bir yerdir saatin arka yüzü. Gürültüsünü sadece sezebileceğimiz bir nehir gibi değişken hızlarda akar orada zaman.

Saatin ön yüzünde guguk diyen bir kuş, saniye sektirmemeye çalışarak koşuştursa da, zamanı herkes için ortak ve anlaşılabilir birimlerle anlatmaya uğraşsa da, arka yüzünde her şeyin öznel olduğunu bilen bir Zaman’ın yazılarıdır bunlar.

Avare Düşünceler – Emil Michel Cioran (Sel Yayıncılık, Kasım 2021, Deneme)

E. M. Cioran iflah olmaz, soluk kesen üslubuyla bütün fanatizmleri, inançları, dinsel ya da politik imanları yine yerden yere vuruyor.

Cioran felsefeyi şeylerin "nafileliğinin algısı" olarak ortaya koyarak edebiyat dahil her türlü yanılsamaya karşı giriştiği mücadeleyi ölüm, çöküş, nafilelik, ıstırap, öznel varoluş üzerine aforizmalarla sürdürüyor.

İntiharın varoluşun işkencesinde değerli bir kurtuluş kaynağına dönüştüğü satırlar ise, kendini Hiçliğe daha iyi teslim etmek için her türlü inançtan kurtulan "şeylerin dışındaki insan" olarak yazarın istisnai bir otoportresiyle tamamlanıyor.

Göçebeler Diyarı – Yirmi Birinci Yüzyılda Amerika’da Hayatta Kalmak – Jessica Bruder (İthaki Yayınları, Kasım 2021, Biyografi/Otobiyografi)

En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu Oscar Ödülleri’ni kazanan, Chloé Zhao’nun yönettiği ve Frances McDormand’ın oynadığı Nomadland filminin ilham kaynağı.

İşverenlerin hoşuna gidecek kadar düşük masraflı, çoğunluğu eski beyaz yakalı, göçebe ihtiyar Amerikalılardan oluşan bir işçi kabilesi var artık. Büyük Durgunluk’un görünmez kurbanları olan bu insanların on binlercesi, karavanlarıyla, kamyonetleriyle, günbegün büyüyen bir göçebe topluluğunu oluşturuyorlar.

Jessica Bruder sezonluk işlerde çalışanların arasında, kapitalist bir kıyamette hayatta kalmaya çabalayanları anlatıyor.

Editör: Haber Merkezi