54. Ulusal Yarışma’da En İyi Senaryo Ödülü ve 24. Uluslararası Adana Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazanan Körfez filmi gösterime girdi. Senaryosunu Ahmet Büke ile Emre Yeksan’ın birlikte yazdığı ve Yeksan’ın yönettiği filmin galası, oyuncuların da katılımıyla İzmir’de Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. Dünya prömiyerini 74. Venedik Film Festivali’nde yapan film, 30’lu yaşlarında, yeni boşanmış, ailesinin yanına İzmir’e dönen Selim’in öyküsünü anlatıyor. Onur Kılıç, Birgün gazetesi için yönetmen Yeksan ve senarist Büke ile konuştu.

Filmin yazım ve yapım süreci nasıl gelişti?

Ahmet Büke: 2012 sonunda, benim Kadıköy’de yaşadığım zamanda bir dergideki söyleşimde İzmir Fuarı’nı anlatmıştım. Emre de, İzmir Fuarı ile ilgili bir film çekmek istiyordu o dönem. Onun üzerinden tanıştık. İkimiz de İzmirliydik. Fuar çocukluğumuzun önemli mekânlarından biriydi ve ikimiz de Kadıköy’de yaşıyorduk. Tanışmamızdan sonra filmin üzerine konuşmaya başladık. Körfez daha sonra çıktı.

Emre Yeksan: Evet öncesinde başka bir proje için sohbet etmeye başladık ve onun üzerinde çalıştık. O günlerde ben, o filmin senaryo revizyonu için İzmir’e gelmiştim, geriye Körfez’le döndüm. Körfez, benim kafamda parçalı halde duran, ilk fikirleri 2008’e giden bir filmdi. İzmir’e gelip kaldığım, bir şey yapmak istemediğim, İstanbul’a dönmek için emin olamadığım bir döneme rastlıyor. Şehrin boşalması, karakterin o duyguyla şehirde yalnız başına kalmasına dayanan, kâğıda dökülmemiş bir fikirler grubuna sahiptim. Diğer projede tıkandığımı hissettiğim bir kavşakta Körfez birden belirdi.

A. Büke: Benim dahil olmam, Körfez’in öyküsünü okuyunca kendime dair birçok şey bulmamla başladı. Hayatlarımızda tarihsel kırılma anları olur ya, öyle bir durumdaydım. Bu film İstanbul’da tutunamayıp İzmir’e dönen bir İzmirlinin hikâyesi, İstanbul’da yaşayan bir İzmirliyim ve o ara işten atılmak üzereydim. Emre hikâyeyi anlattığında ona, ‘Dalga mı geçiyorsun?’ dedim ve çok geçmeden de işten atıldım. Tazminat suyunu çekmek üzereyken Emre’yle Moda’da bir kafede buluştuk. 2013’ün şubat ayında ilk versiyonu çıkardık, ben de mart ayında yenik şekilde İzmir’e döndüm. (Gülüyor)

Senaryo yazım sürecine edebiyatçıların dahil olması sizler için ne ifade ediyor?

E. Yeksan: Edebiyat yazarlarında metin ortaya çıktıktan sonra metinle olan ilişki tamamlanmış bir noktaya geliyor. Yönetmen için ise metin, onu takip eden aşamalar için bir yol haritası aslında, yani metin tamamlandığında da daha gidilecek çok yol var. Bu bence güzel ve doğal bir şey de. Bir edebiyat yazarının katkısının alınabileceği yer, fikrin ilk aşamada büyüdüğü yerler. Ondan sonrası budama ve iyice şekil vermeye dönüyor ve iş başka bir duruma taşınıyor. Bu süreç Körfez’de de yaşandı. Filmin son halinde olmayan kurgusal yaklaşımlar ve karakterizasyonlar vardı ilk yazımında. Özü değişmedi, karakterler ve onların duygusu değişmedi ama sadeleşti diyebiliriz.

Bazı insanlar tek başına üretmeye yakın hissediyor kendini. Ben zaman zaman kendi duygum ve fikrimin yetmediğini de hissederim çalışırken. Burada Ahmet’in dahli benim için çok önemliydi. Sinemada üretim sürecinin bana kalırsa edebiyattan farklı olarak böyle kolektif yaratıcılıktan beslenen bir tarafı var.

A. Büke: Bu soruya edebiyatçı penceresinden bakınca şunu söyleyebilirim: Edebiyatçıyı terbiye edici bir süreç bu. Edebiyatçı kendi metninin tanrısı aslında, bir köşeye oturuyor ve yazıyor. O süreçte ve yazdıktan sonra ona kimse müdahalede bulunmuyor. Sinemada ise işin sahibi yönetmen. Yönetmen bir şey anlatmak istiyor, edebiyatçı böyle bir durumun parçası olarak kendini terbiye etme sürecine giriyor orada. Her şeye sen hâkim değilsin, senin istediğin gibi gelişmiyor ama kendini geliştiriyorsun. Bir sürü farkında olmadığımız yanımızı da keşfetmemize yarıyor. Bir de sinemanın romandan çok kısa öyküye yakın olduğunu düşünüyorum. Öyküde bir öz var. Sinemada yönetmen o özü katmerleştirip bir film haline getiriyor. Roman daha tamamlanmış bir mesele.

Filmdeki bu öz üzerine biraz konuşalım. ‘Dönüş’ ikinizi de kesen bir tema herhalde.

A. Büke: Bizim örneğimizdeki öz bir dönüş ve döndüğünde umduğunu bulamama hikâyesiydi. Dönüş, en arkaik düzeyde baktığımızda ana rahmine dönüştür. Bütün kötülüklerden uzak, en rahat ve güvende hissedilen yere döneriz. Ama o hiçbir zaman mümkün olmaz. Burada da Selim dönüyor ve şehri bile bulamıyor aslında. Kaçtığı batan dünyadan, kokan bir yuvaya dönüyor. Belki bu, büyük ekonomik buhranların içinden çıkan, iyi eğitim almış kuşağın da hikâyesiydi.

E. Yeksan: Başlangıçta bu öyküyü Ahmet’e götürdüğümde bunun ortak hissettiğimiz bir şey olduğunun farkındaydım. İlerleyen süreçte, bunun sadece ikimizin arasında olmayan ve dünyaya yayılan bir şey olduğunu fark ettim. Uluslararası festivallerde filmi izleyen insanlar bunun ‘Zeitgeist’ duygusu olduğunu söyleyerek teşekkür ediyorlar.

Filmin İzmir’de geçmesine ve İzmir anlatısına ilişkin neler söylersiniz?

E. Yeksan: Filmin İzmir’e dair bir anlatı olarak başlayıp, ilerledikçe dünyanın kalan kısımlarını da kapsayan bir duyguya ulaşmasıydı amacım. “Bu sadece İzmir’de olur” diyeceğimiz bir şey değil, ama benim için tabii ki bir İzmir filmi bu. Başka bir yerde yapılabilecek bir film olarak düşünmedim. Benim İzmir’le kurduğum ilişkinin dünyanın pek çok yerindeki insanla ortak olduğunu da görmüş oldum. Körfez, İzmirli bir film ama İzmir’i bilmeyen birinin de rahatlıkla anlayabileceği bir film. Ama tabii, İzmir’i bilen insanlara detaylarıyla daha fazla şey gösterecektir.

İzmirlinin İzmir’le hep bir meselesi var bence. Bu duyguya değiyor film. Özellikle dışarıda yaşayanlarda daha da belirginleşen bir mesele... Büyük bir sevgi ve bağlılık yanında, bir türlü yetmeme duygusunu da yaşatan bir şehir İzmir.

Galada ülkemizdeki sorunları kast ederek ‘Buradayız ve gitmeyeceğiz’ dediniz. Türkiye’de yaşanan gelişmeler, muhalif insanların önemli bir kısmında İzmir’e yerleşme gündemi oluşturuyor. Bu İzmir’e göç etme fikriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?

E. Yeksan: Fazlasıyla sıkıştık sanırım. İzmir bu sıkışmışlıktan bizi kurtaran nadir yerlerden bir tanesi. İstanbul’daki her anımda kendimi bir saldırının altında hissetmekten yoruluyorum. İzmir’de bu henüz hissedilen bir şey değil. Ama ben şu sıra İzmir’e olan akının İzmir’i başka yerlere benzetmesinden korkuyorum. İzmir’in 2000’lerin başından beri gelişen egemen siyaset anlayışının dışında kalmayı başarması bugünlerde korunaklı kalmasına yol açtı. Benim birçok tanıdığım yurtdışına taşındı. Kendimizi evimizde hissetmiyoruz. Ev duygusunu kaybettiriyorlar. İzmir’de halen bunu hissedebiliyoruz.

Biz bu filmi 2013’ün başında yazdık ve ardından ‘Gezi’ oldu. Gezi’den sonra bu hikâye başka bir anlam kazandı bizim için. Gezi, filmin finalinin bıraktığı umuda dair bir iz bıraktı. Ama ondan sonrasında yaşanan bombalar, tutuklamalar, sürekli etrafımızdaki insanlara zarar veren hukuksuzlaşma süreci içerisinde duygusal olarak zorlandığımız zamanlar da oldu. Sonrasında hep bu filmin sonundaki gibi umuda çıkmaktan vazgeçmedik. Umut var ve devam ediyor. ‘Buradayız ve gitmiyoruz’ demenin zorlaştığı bir süreç var şu anda. Fakat söylemek gerek, ne kadar söylersek o kadar kalacağız burada.

A. Büke: İzmir’e göç etme konusuyla ilgili ben biraz farklı da düşünüyorum. Bu bir fırsat da yaratabilir İzmir için. Eğitimli, okumayı seven, girişimci bir sürü insan geliyor buraya. İzmir’in eski ve şaşalı günlerini düşününce, bu malzemenin o zamanda birikmiş olduğunu görüyorum. Dünyanın her yerinden, değişik insanlar gelmiş İzmir’e ve bir İzmir yaratmışlar. Yeniden, yeni bir İzmir’e model olabilecek bir fırsat da olabilir. Ben sadece pazarda enginar fiyatlarının yükselmesinden endişeliyim. Onun dışında iyimser bakmaya çalışıyorum. (Gülüyor)

‘Buradayız ve gitmiyoruz’ konusuna gelirsek... Bu film ‘gitmiyoruz’ demenin de ötesine geçen bir şey. Çünkü yaptık. İlk senaryoyu yazdığımız günlerle bugün arasında bambaşka Türkiyeler var. Ama sonuçta ‘Biz buradayız’ hissi kaldı. Bunun karşılığı da bu film. Vazgeçebilirdik, çöpe atılabilirdi senaryo. Ama endişeli olmamıza rağmen ‘Biz bu işi başaracağız’ demenin sanatla söylenmiş bir yanıtı yaptığımız. Kimse gitmesin, iyi yapmayı bildiği işi yaparak sürdürsün. Eğitim sisteminin çöküşüne rağmen çırpınan öğretmenler var örneğin.

Türkiye’de son dönemde yaşanan olumsuzluklar kültür sanat icracıları olarak sizin üretim sürecinize nasıl yük bindiriyor?

E. Yeksan: Söyleşinin başında söylediğim ilk projemize bakanlık desteği iki kez reddedilmişti. Mülakatta bana politik olarak projeme destek olunmayacağı söylenmişti. 2013 öncesinde yaşanmıştı bu. Gezi sonrasında ise iyice zorlaştı. Bizim gibi muhalif insanlar için artık kamusal desteklerden faydalanmak imkânsız hale geldi. Haksızlığa uğradığımızı elbette düşünüyorum ama küsmüyorum. Zaten kent merkezli sinema salonları yerine AVM sinemaları hâkim oldu ve AVM’lerin kendi dünyası sinemaları da belirlemeye başladı. Süreç olumsuz anlamda keskinleşiyor ama biz ikinci filmi de yapacağız, imkânlarını yaratacağız. Bu bir yılgınlık yerine inat ve öfkeye yol açıyor.

A. Büke: Bu tür durumlarda ben hep aynı hisse kapılıyorum: Yol yok, evet, ama bir yol açacağız. Edebiyat da bu gelişmelerden kopuk değil. Okuyucu sayısının en fazla 50 binle döndüğü çoraklaşan bir alan. Bunları düşünmekle birlikte bir yol açma fikrine kendimi hep ait hissediyorum. Bu nedenle birkaç yıldır çocuk edebiyatı üretiyorum. Yeniden başlamayla ilgili bir uğraş. En baştan, henüz elimizden çıkmamış olan bir cevher üzerine, çocuklara dair bir şey söylemeye çalışıyorum. Aslında böyle bir iklim olmasaydı bu alanla ilgilenmeyebilirdim. Bu tamamen yeni bir yol bulma uğraşının bir sonucu benim için. Peter Ustinov’un hayatıma nakşettiğim bir ifadesi var: ‘Karamsarlık romantik bir tutkudur, iyimserlik ise bir görevdir.’

Sinema ya da edebiyata ilişkin konuştuğumuz bu kısıtlamaların etkisiyle şu anda çok popülerleşen dijital mecralara yönelme arasında bir ilişki görüyor musunuz?

E. Yeksan: Baskıcı ortamın bizi yol açma konusunda tetiklediği yaratıcılığın sadece içerikle sınırlı olmayan, üretme biçimi olarak da bir yaratıcılığa ihtiyacımız var. Klasik üretme biçimlerini ve dağıtma biçimlerini artık kullanmakta zorlanıyoruz. Bu nedenle yeni mecralarda yol açmak için düşünmemiz gerekli. Son bir yılda daha küçük ölçekli, dijitalin imkanlarını kullanan, daha düşük finansal imkanlarla-kendi özgücüyle hareket eden bazı filmler oldu Türkiye’de. Bu eğilim artıyor ve artacak. Bahsettiğim filmler, dağıtım olarak daha klasik bir noktadalar ancak üretim olarak sözünü ettiğimiz tıkanmanın ilk aşamada-film yaparken nasıl aşılacağına dair fikir veriyorlar. Bu eğilim Türkiye dışından daha iyi görülüyor galiba. Venedik Film Festivali esansında ‘Türkiye’den sinema alanında yeni bir dalga geliyor’ gibi cümleler konuşulduğunu duydum. İçinde bulunduğumuz karanlık atmosferde yeni bir yol ve dil aramayla ilgili sinemasal bir çaba bu.

A. Büke: Teknolojik gelişmeler ve dijitalize olma konusu edebiyat alanında hala tartışılıyor, birkaç eğilim var. Bunlardan birisi, dijitalleşmenin edebiyatı, e-kitabın kitabı yok edeceğini düşünen ve teknolojik gelişmeleri tu kaka eden bir anlayıştı. Kitap özelinde bu kehanet gerçekleşmedi. Evet e-kitap çok satıyor ama kitabı nesne olarak ortadan kaldıramadı. İnsan nesneyle ilişki kurmak istiyor. Bu nedenle kitap, dokunulan bir nesne olarak var ve var olacak. Bu anlaşıldı diye düşünüyorum. Bunun ötesinde, dijitalleşmenin metin içeriğini bozduğuna ilişkin bir tartışma var. Ama ben bir sürü de fırsat yarattığına, edebiyatın kendi sorunlarını çözmesine yardımcı olacak fırsatlar da yarattığına inanıyorum. Dijitallik bir düzeyde görsellik üzerinde yükseliyor. Onun edebiyata yansıması daha sinematografik anlatımların gelişmesi biçiminde olabilir mesela. Yanı sıra, metin üretimini yazarın kendi iç sıkıntısını anlattığı bir süreç olarak algılama durumu var. Bundan farklı olarak, herkesin aradığı güzel, ilginç bir hikaye olduğu fikri yaygınlaşabilir. Ek olarak; Twitter denilen mecra kısa ama güçlü anlatıma sahip metnin, öykünün yaygınlaşmasına sebep olabilir. Teknolojiye karşı çıkmak matbaaya karşı çıkmak gibi bir şey aslında. Kaçınılmaz bir süreç ve bir sürü de fırsat yaratıyor.

E. Yeksan: Sinema açısından da Ahmet’in anlattığı düzeyde olumlu fırsatlar görüyorum. Youtube videolarının, Instagram ‘estetiğinin’ ya da kurgusal yaklaşımlarının sinemaya tahvil olma durumu da var şu anda. Ticari sinema bunu hızlı biçimde içselleştirmeye başladı. Bağımsız sinema bakımından da buna benzer bazı örnekler gördüm. Klasik anlamdaki sinemanın da içine sızmaya, dönüştürmeye başladığı görülüyor. Bunu bir çözülme ya da dağılma olarak görmüyorum. Eski yapıların yeni gelişen dille nasıl harmanlanacağını göreceğiz. Bir yandan anlatının bildiğimiz hali son buluyor diye endişelenmekle birlikte, bunun ileriye doğru bir imkan ve hamle olduğuna da inanıyorum.

Editör: Haber Merkezi