Emel Kadör

Her akşam bulutlar

Bilmez telaşımı

Her akşam bulutlar

Belki de haziran 

Bulacak naaşımı

Belki de haziran.  Cahit Külebi

20 Haziran bugün. 27 yıl olmuş Cahit Külebi vefat edeli. Sevgili eşi “Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin” dediği Süheyla’sına kavuşalı. 

Ankara’ya yeni atanmıştım. Bir imza gününde başladı dostluğumuz. Eşine döktüğü gözyaşlarına tanıklık. Cumhuriyet gazetesine yolladığı yazılarını o söylüyor ben kaleme alıyorum. Arada yaşanmışlıklardan süzülen, edebiyat dünyasıyla, şiirle, romanla ilgili düşüncelerini anlatıyor. Bunları yazma, demeyi ihmal etmiyor. Yazmadım Külebi.

1996 yılında, temmuzda, bir yıl önce, Ankara Numune Hastanesi’nde son görüş. Odada bir hasta şair. Çevresinde dört dönen doktorlar. Dışarda siren sesleri. Acılı temmuz. Hükümetin mayısta çıkardığı hapishanelere yeni düzen getiren yönetmeliği protestolara rağmen değişmiyor.  Pek çok cezaevinde başlayan ölüm oruçlarında kritik eşik aşıldı. Gencecik insanların haksızlık karşısında yaşamlarından vazgeçmelerini seyrediyor hükümet. Yaşar Kemal arabulucu oluyor sonlandırılması için am çok geç kalındı. Ölümler başlıyor.  Ankara’da polis müdahalesi ile Numune’ye getirilenleri taşıyor ambulanslar. Aydınlık değil günler… İlaçlar etki etti. Duymuyor dışardaki gümbürtüyü hasta. 

“Belki de haziran bulacak naaşımı” demişti. Öyle de oldu. Bir yıl sonra haziranda…  

Cahit Külebi yalnız değil, Türk edebiyatının pek çok usta kalemini de kopardı haziran okurlarından. 

Halkının tüm yükünü omuzlarında hisseden; bu uğurda sürgünler, hapisler, işkencelere rağmen; 

“Yaşamak ümitli iştir sevgilim

Yaşamak seni sevmek gibi ciddi bir iştir.

Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı

yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin.”

dizeleriyle umut aşılar hep ve yaşama sevincini hiçbir zaman yitirmez Nazım Hikmet. 

3 Haziran 1963’te Moskova’da kapatır gözlerini Memet’ine, memleketine özlemle. Onca vermiş, sadece bir şey istemiştir: 

“Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü

ölürsem kurtuluştan önce yani

alıp götürün bir köy mezarlığına gömün beni…” diye vasiyet eder.

Bir çınar altını bile verememek ne acı bir çelişki, ne onulmaz bir mahcubiyettir. 

Avare Yıllar, Hanımın Çiftliği, Murtaza ve Ekmek Kavgası gibi pek çok romana-öyküye imza atan toplumcu gerçekçi edebiyatımızın parıldayan kalemidir Orhan Kemal.  Tüm toplumcu yazarların başına gelenler onun da başına gelir. Askerliğini yaparken; 1940’ta Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okuduğu için halkı isyana teşvik etme suçu ile beş yıl hapse mahkum edilir ve Bursa Cezaevi’nde yatmakta olan Nazım Hikmet’le kesişir yolu. Onun dünya görüşünden etkilenir. Ondan felsefe, Fransızca, siyaset dersleri alır. Yazdığı şiirleri gösterir ona. Nazım, şiir yerine roman ve öykü yazmasını söyler. Türk edebiyatında böylece bir kutup ortaya çıkar. Ardında büyük bir külliyat bırakarak 2 Haziran 1970’te ebediyete göç eder Orhan Kemal.

Nazım Hikmet’in acısını hala yatıştıramayan bir güçlü şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’i,  Orhan Kemal’in ölümü derin bir kedere boğar. Haziran onun için bir hüzün ayı olmuştur.  Unutulmazlar arasına giren dizeler dökülür yüreğinden. 

Bu durumu şöyle anlatacaktır: “1963’lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976’larda şiire. On üç yılda özümsemişim o olayları on üç yıl sonra damıtabilmişim.” İki ihtilal arası çalkantılı, idamlı süreçlerde aydınlarıyla kaybeden halktır özünde. 

Orhan Kemal ve Nazım Hikmet’e ithaf eder ünlü şiirini: 

“Orhan Kemal’in güzel anısına

İşten çıktım

Sokaktayım

Elim yüzüm üstüm başım gazete

Sokakta tank paleti

Sokakta düdük sesi

Sokakta  tomson

Sokağa çıkmak yasak

Uyarına gelirse tepemde bir de çınar demişti on yıl önce

Demek ki on yıl sonra

Demek ki sabah sabah

Demek ki ‘manda gönü’

Demek ki ‘şile bezi’

Demek ki ‘yeşil biber’

Bir de Memed’!in yüzü

Bir de güzel İstanbul

Sokaktayım gece leylak

Ve tomurcuk kokuyor

Yaralı bir şahin olmuş yüreğim

Uy anam anam

Haziranda ölmek zor”

Toplumcu şiirin Hasretinden Prangalar Eskittim’le hafızlara kazınan güçlü ismi Ahmed Arif’i de bir  başka yılın, 1991’in 2 Haziran’ında  kaybettik.Yaşamı onun da sürgünler, baskılarla geçse de  düşüncelerinin, değerlerinin her zaman ve zeminde savunucusu olmuş şiirimizin ödünsüz bir kalemidir. Oğlu heykeltıraş Filinta Önal ‘a sana bırakacağım miras diyerek söyledikleri ise sözde yurtseverlere tokat gibidir. “Ben öldükten sonra beni savunman gerekirse; Mustafa Kemal’in ve Cumhuriyetin sayesinde Ahmad Arif olunur, diye savun beni.” 

“Beşikler vermişim Nuh’a

Salıncaklar, hamaklar.

Havva anan dünkü çocuk sayılır,

Anadolu’yum ben,

Tanıyor musun? “

Adını Tevfik Fikret’in koyduğu, yaşamında pozitivizmden mistisizme, materyalizimden muhafazakarlığa farklı tutumlar sergileyen, arkadaşı Nazım Hikmet’i savunmak için onun bir şiirini yayımlama cesaretini gösteren,  daha sonra yolları ayrılıp birbirine adeta düşman olan, edebiyatımızda psikolojik romanlarıyla iz bırakmış Peyamı Safa da 15 Haziran 1961’de veda eder yaşama. 

“Fakirlik ve hastalık dirilticidir. Korkutur ve iradeyi kamçılar. Uyuklayan enerjileri ayaklandırır. Başarmak için korku da ümit kadar şarttır. İnsana, fakirliğin ve insanlığın öğrettiklerini hiçbir okul ve kitap veremez.” görüşündedir hayatı zorluklarla geçen Peyami Safa’nın. 43 yıl aralıksız yazmıştır. Server Bedii takma adıyla yazdığı polisiye romanları Cingöz Recai serisi, otobiyografik eseri Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Matmazel Noralya’nın Koltuğu ve diğer romanları edebiyatımızın ışıldayan sayfalarıdır. 

Yazar, düşünür, sosyolog, çevirmen, 38 yaşında görme yetisini kaybeden ve en önemli eserlerini bu tarihten sonra veren, Batılılaşma konusunda düşünce üreten, kültür hayatımızın kendine özgü isimlerinden Cemil Meriç 13 Haziran 1987’de vefat ettiğinde başta; Umrandan Uygarlığa, Kültürden İrfana, Işık Doğudan Gelir, Bu Ülke olmak üzere arkasında üzerinde tartışılacak sayfalarca eser bırakmıştır. 

21 Haziran 1980’de vefat eden, şiirimizin bir başka Ahmet’i, Fahriye Abla şiiri ile hafızalara kazınan Ahmet Muhip Dıranas’ın  en büyük sıkıntısı diğer şiirlerinin fark edilmemesi,  bu şiirle anılmak olmuştur. Olvido’dan bir bölüm ile analım Dıranas’ı: 

“Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Gün saltanatıyla gitti mi bir defa

Yalnızlığımızla doldurup her yeri

Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,

Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan

Lavanta çiçeği kokan kederleri;

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.”

Haziran kayıpları bitmedi. Hasan İzzettin Dinamo, Cahit Irgat, Cahit Zarifoğlu, Tahsin Saraç da bu ayda veda ettilet hayata. 

Haziran edebiyatımızın yaprak dökümüdür desek yanlış olur mu acaba? 

Bıraktıkları eserlerle adlarını ölümsüzleştiren, varlığımızı besleyen, verdikleri onurla ulusumuzu gönendiren sevgili yazarlarımız, ozanlarımız ışıklarda uyuyun. 

İyi ki edebiyat var. İyi ki böyle edebiyatçılarımız var.

****

Söze Düşen

Erinç Büyükaşık

Jean-Luc Godard: Sinema Sanatını Yeniden Tanımlayan Deha

Jean-Luc Godard, sinema dünyasında devrim yaratan ve Fransız Yeni Dalga (Nouvelle Vague) Akımı'nın öncülerinden biri olarak tanındı. Sinema tarihine damgasını vuran bu akım, sadece sinematografik tekniklerle değil, aynı zamanda anlatım biçimleriyle de sinemada köklü değişikliklere yol açtı. Godard, konvansiyonel sinema anlayışına alternatif bir bakış açısı yaratmaya çalışırken, karşı sinema kavramının da önemli bir temsilcisi oldu. Yönetmenin şiirle, edebiyatla, antropoloji, göstergebilimle içkin ve metinlerarası anlatımı tam da sözünü ettiğimiz sinemayı yeniden inşa eden bir yönetmenle karşı karşıya olduğumuzun somut yansıması olmuştur.

Karşı Sinema ve Godard

Görüntüler üzerinden felsefe yapan ve konvansiyonel sinema anlayışına alternatif bir bakış açısı yaratmaya çalışan yönetmenlerden bahsederken, karşı sinema kavramı da burada önemli bir yer tutar. Peter Wollen, klasik anlatı sinemasına karşı mücadele eden yeni bir sinema anlayışı ortaya çıkarmıştır. Bu anlayışın gelişmesinde, Fransız Yeni Dalga Akımı'na öncülük eden ve eleştirel, yorumcu-denemeci tavrıyla anlatım formu içinde radikal tavır sergileyen kişi Godard olmuştur. Godard’ın o güne kadar çektiği filmleri referans alınarak, ilk kez 1970’li yılların başında Peter Wollen tarafından ortaya konulan bu karşı akım, ana-akım sinemaya dair tüm unsurları reddederek egemen ideolojiye karşı yeni anlatım modelleri geliştirmiştir.

Karşı sinema, deneysel, sanatsal veya avangart nitelikli filmleri kapsar. Bu sinema hareketleri, izleyiciyi aktif bir şekilde katılmaya, yönlendirmeye ve değiştirmeye potansiyel sağlar. Wollen, ana akım sinemasının oluşturduğu değerlerden yedi ölümcül günahı olan Anlatı Geçişkenliği, Özdeşleşme, Şeffaflık, Tek Diegesis, Kapalılık, Haz ve Kurgu'ya karşılık yedi ana erdem olan Anlatı Geçişsizliği, Yabancılaştırma, Ön Plana Çıkarma, Çoklu Diegesis, Açıklık, Rahatsız Olma ve Gerçeklik kavramlarını ortaya koymuştur.

Godard bu anlatım tarzını filmlerinde sıklıkla kullanır. Olaylar arası bağlantıyı koparmak için alakasız görüntüleri, sesleri, imgeleri veya ara yazıları kullanarak anlatımın devamlılığında bozulmalara yol açmıştır. Bu nedenle filmlerinde imgeler arasında yarattığı boşluklar ile iyi kurulmuş olay örgüleri, rasyonel mantık ve neden-sonuç ilişkisi önemli değildir. Ayrıca, kronolojik sıralamada sıçramalara da başvuran Godard, filmlerinde zamansal akışı çoğu kez sekteye uğratır. "Weekend" filmiyle zamansal akışı kesintiye uğratarak farklı evrenleri ve bu evrendeki imgeleri bir araya getirerek kronolojik akışın bağlantısını koparır. Bu anlamda sekteye uğratılan zaman akışıyla birlikte izleyici film ile arasına mesafe koyarak seyircinin yabancılaşmasını sağlar. Godard’ın anlatısal geçişliliği kırmasındaki en önemli nedenlerinden biri, seyircinin anlatı karşısında sarsılmasını ve konumunun bilincine varmasını sağlamaktır. 

Godard'ın Sinematografik Devrimi

Jean-Luc Godard, 1960'ta "Serseri Aşıklar" (À bout de souffle) filmiyle yönetmenliğe başladı ve bu film, Fransız Yeni Dalga'nın ikonik eserlerinden biri olarak kabul edilir. Filmin başrollerinde Jean Seberg ve Jean-Paul Belmondo yer alıyordu. Filmde, oyuncuların rahat ve sıradan tavırları, doğaçlama diyaloglar ve sürekli hareket halinde olan kamera dikkat çekmiştir. Bu, sinemaya yeni bir enerji ve cesaret getirdi.

Godard’ın filmlerinde yenilikçi anlatım teknikleri ve estetik anlayış ön plandaydı. "Le Mépris" (Contempt), "Bande à Part" (Band of Outsiders), "Alphaville" gibi filmleriyle sinemada yeni bir tarz oluşturdu. Quentin Tarantino ve Martin Scorsese gibi yönetmenler üzerinde de büyük etkisi oldu. Godard, kamera arkasına geçmeden önce sinema eleştirmeni olarak çalışmıştı ve bu deneyim, onun film yapma anlayışına derin bir etki yaptı.

Godard’ın "Le Petit Soldat" (The Little Soldier) filmi, devlet eliyle işkence görüntüleri nedeniyle 1963'e dek yasaklı kaldı. Bu filmde oynayan Anna Karina, 1961'de Godard ile evlendi ve "Kadın Kadındır" (A Woman Is a Woman), "Vivre Sa Vie" (Hayatını Yaşamak) ve "Bande à Part" gibi birçok başarılı filminde rol aldı.

Eski Fransa Kültür Bakanı Jack Lang, Godard için "O, sinemayı şiir ve felsefeyle doldurdu. Onun keskin ve eşsiz gözü, bize görülmez olanı gösterdi" ifadesini kullandı. Godard, filmlerinde sıklıkla Brecht'in yabancılaştırma etkisini kullanarak izleyiciyi düşündürmeye ve anlatının bir parçası olmaktan uzaklaştırmaya çalıştı. Örneğin, "Çılgın Pierrot" (Pierrot le Fou) filminde karakterler kameraya dönerek doğrudan izleyici ile konuşur. "Onun Hakkında Bildiğim İki-Üç Şey" (2 ou 3 choses que je sais d'elle) filminde fahişelik yapan Juliette’in kameraya bakarak konuşması ve aynı şekilde "Weekend" filminde Afrikalı çöpçülerin kameraya bakarak konuşması gibi.

Sinematografik Teknikler ve İmge Kullanımı

Godard, filmlerinde sıklıkla teknik ekibi de göstererek izlenilenin bir film olduğu algısını yaratır. Sinematik göndermeler veya pastiş olarak tanımlanan öykünmeler, Godard sinemasının dışında özellikle postmodern sinemada da karşımıza sıklıkla çıkan bir metinlerarasılığı ortaya çıkarır. Örneğin, "Jandarmalar" (Les Carabiniers) filmi Lumière sekansına bir gönderme yapar ve "Vietnam’dan Uzakta" (Loin du Vietnam) filminde kamerayı kameranın önüne yerleştirerek çekim yapar.

Tekli diegesis, zaman ve mekan unsurlarını tek bir doğrultuda ve düzende verir. Geleneksel sinema anlayışında hakim olan tekli diegesis de çok katmanlı zaman ve mekan ilişkisi yoktur. Karşı sinema kavramında yer alan çoklu diegesis durumu, çok katmanlı zaman, mekan ve karakter mevcut olup bunun en iyi örneklerinden biri "Weekend" filminde görülür. Godard, "Le Mépris"de olduğu gibi, yalnızca değişik diller konuşan değişik karakterlerle yetinmez, filmin değişik parçaları da ayrı dillere sahip karakterlere sahiptir ve başka bir örneği de "Vent d’Est" ve "Pravda" filmlerinde ses ve görüntünün kopukluğudur.

Karşı sinema anlayışında kapalılık yerine açıklık söz konusudur. Geleneksel anlatı sinema filmlerinde kapalılık durumu göze çarpar. Kapalı anlatım sayesinde anlatılan hikayenin mutlaka bir sonla bitiyor olması durumu. Bu duruma karşı açıklık, filmin sonunu açık uçlu bitirerek ve birçok belirsizliğin çözüme kavuşturulmadan bitmesiyle gerçekleşir. Böylelikle amaç, izlenilenin karşısında zihinsel bir süreç geçirmesini sağlayarak filmden haz almasını engeller. Godard, filmlerinde anlatısal çoğulluğun kullanılmasıyla bu durumu gerçekleştirir.

Godard'ın Mirası ve Etkisi

Godard, geleneksel sinema anlayışına karşı filmleri ile modern sinemaya daha yakın bir tutum sergilemiştir. Wollen, "Sinemada Göstergeler ve Anlam" adlı kitabında Godard filmleri ile sinemanın iletişimden ziyade izleyicinin yapıt karşısında sorgulanması gerektiğini şöyle açıklar: "Godard izleyiciyi filmlere nasıl baktığı konusunda kendini sorgulamaya zorlar. İzleyici filmin dışında yer alan bir yargıç, yönetmenin seçtiği kodu kabul eden edilgen bir tüketici mi, yoksa yapıtın içindeki diyaloğa katılan birisi mi olduğunu kendi kendine sormaya başlar". Filmlerini izledikten sonra "ne anlatıyordu?" sorusuna cevap vermek her zaman için çok zor olmuştur. Godard, filmlerinde çoğu zaman bir şey anlatmamakla birlikte sürekli arayış içerisinde olmuş ve esnek yapısı sayesinde filmleri eski kalıplaşmış sinema anlayışından sıyrılarak yeni bir yapı kazandırmıştır.

Godard, sinemaya getirdiği yenilikçi tekniklerle ve anlatım biçimiyle izleyiciyi etkin bir şekilde katılmaya, bir nevi Brechtyen bir üslupla dönüştürmeye, yönlendirmeye ve değiştirmeye yönelik bir yaklaşım sergileyerek sinema sanatında devrim yaratmıştır. Onun mirası, modern sinema üzerindeki derin etkisi ve sinema diline getirdiği yenilikler ile yaşamaya devam etmektedir.

****

Anne Baba Kütüphanesi

Doç. Dr. Ümüt Arslan / Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın / Psikolog Seray Bingöl  

Yetenekli Çocuğun Dramı

YAYIN EVİ: PROFİL KİTAP

YAZARI: ALİCE MİLLER

SAYFA SAYISI: 144

BASIM YILI: 2011

“Sadece çocuğun kayıtsız şartsız bir sevgiye ihtiyacı vardır.”

Alice Miller'ın "Yetenekli Çocuğun Dramı", çocukluk döneminde yaşanan duygusal travmaların ve ihmalin, yetişkinlikteki psikolojik sorunlar üzerindeki derin etkilerini inceleyen önemli bir eserdir. Kitap, genellikle "yetenekli" olarak nitelendirilen, yani zeki, başarılı veya yaratıcı olarak görülen çocukların sıklıkla duygusal ihmal ve travmalara maruz kaldığını vurgular. Bu durumun ilerleyen yaşlarda içsel boşluklar, ilişki sorunları ve kimlik karmaşıklıkları gibi psikolojik problemlere yol açabileceğini savunur.

Kitapta, çocukların duygusal gelişiminin anne-baba ilişkisi üzerindeki önemine de dikkat çekilir. Çocukların duygularını ifade edebilmeleri ve sağlıklı bir şekilde gelişebilmeleri için ebeveynlerinin dinleyici ve anlayışlı olması gerektiği vurgulanır. Bu destek olmazsa, çocuklar duygusal ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanabilir ve bu durum yetişkinlik dönemine de yansıyabilir.

Ayrıca, kitapta ebeveynlerin kendi çocukluk deneyimlerinin, yetiştirdikleri çocuklara nasıl yansıdığına da değinilir. Ebeveynlerin kendi geçmişlerinde yaşadıkları travmalar veya ihmallere karşı duyarlı olmaları, çocuklarıyla kurdukları ilişkide önemli bir etken olarak belirtilir.

Son olarak, kitap bebeğin doğumundan itibaren anneyle kurduğu temasın önemine de değinir. Bu temasın, birbirine ait olma duygusu, güven duyma ve annelik özgüveni gibi temel psikolojik yapıları nasıl etkilediği üzerinde durulur.

Alice Miller'ın eseri, okuyuculara çocukluk ve ebeveynlik konularında derinlemesine düşünme fırsatı sunar. Çocukluk döneminin psikolojik önemini anlama ve bu dönemde yaşanan deneyimlerin nasıl uzun vadeli etkilere yol açabileceğini anlama konusunda ebeveynlere önemli bir bakış açısı sağlar.

****

Hikâyelerin BÜYÜSÜ

Ben yaşlı bir adamım. Bu hareketlilik bana fazla. Evime dönüyorum. Evim, Kafka’nın da evidir. Biz onunla birbirimizi tamamladık. O doya doya yaşamadığından dolayı ölümden korkuyordu. Ben bu hayatı onun adına da yaşadım. Kafka, eserlerinin yakılmasını isteyen iki not bırakmıştı bana. Yayımlanma konusunda her zaman gönülsüz olmuştu. Basılı bir iki eserini de benim zorlamamla bastırmıştı. Beni unut diyerek uzaklara giden sevgilinin unutulmama isteğiydi aslında onun vasiyeti. Biliyordum. Kafka’nın eserlerini gün yüzüne çıkarmak başından itibaren bana mutluluk verdi. Mutluluk içindeki mutsuzluğu ise yaşlandıkça hissetmeye başladım. Kendimi şeytana benzettim. Tanrı’yı savunmak suretiyle Tanrıya karsı çıkan şeytana. Kafka benim Tanrımdı ve ben onun iradesini yok saydım.

                                                                                                                     Burhan SÖNMEZ

                                                                                                                    Franz K. Âşıkları

***

Yazarın büyüsü

Yazmanın herkes için farklı bir etkisi var sanırım. Kimisi, bir tür bilgi paylaşımı isteğiyle yazar, kimisi duygu paylaşımı için. Sanırım yazdıkça insan her yazıda dünyaya değil de kendisine ayna tuttuğunu, başkalarının değil yalnızca kendisinin fark ettiği yanlarını tanıdığını da anlıyor. Bu açıdan yazmayı, yazarın kendiyle yüzleşmesi olarak görenler pek de haksız sayılmaz. Kitaplar dünyamızı bir gül ne kadar güzelleştirirse o kadar güzelleştirir. Uzaktan bakarsanız, güzeli görürsünüz, ama onu çoğaltmak için sizin bağban olmanız, gülü düşünmeniz, ondaki güzelliği çoğaltmanız, başkalarıyla paylaşmanız gerekir.

                                                                                                                          Burhan SÖNMEZ

****

Uykudan önce

Bu sayıda tanıtacağımız kitap ‘İYİ YÜREKLİ DEV MEMO’. Zogi’nin ödüllü yazarı Julia DONALTSON’un bir yapıtı. Memo, hep “Keşke kentin en pasaklı devi olmasaydım” derdi. Sonra bir gün devler için giysi satan bir dükkân görür ve iyi giyinmenin zamanı geldi diye düşünür. Tüm heyecanlı olaylar bundan sonra baslar. Yardım etmenin olağanüstü tadına varacak, iyiliğin mutlaka karşılığı olduğunu göreceksiniz. 

                                                                                                  İyi Yürekli Dev Memo

                                                                                                   Julia DOALDSON

İş Bankası Yayınları

Kaynak: Haber merkezi