Anti-Kahraman İdeolojisi ve Toplumsal Çürümenin Işığında Cem Kalender’in Çürüme’sine Bir Bakış Denemesi | Erinç Büyükaşık

 “Uyan anne uyan, bir filmin içinde değiliz, bir roman konusu değiliz, uzak zamanlara ait kötü bir hikâye, masal, efsane, her neyse onlar da değiliz… Biz bunları yaşadık, çırılçıplak hakikat bu. Bunları dinlemeye dayanabilir misin?.”

Klan, Zamanın Unutkan Koynunda, Kayıp Gergedanlar, Mezarın Mavisi başlıklı romanlarıyla tanıdığımız Cem Kalender’in yeni romanı “Çürüme” temelde Palu ailesi üzerinden toplumsal çürümeye dair çarpıcı kesitler sunan roman olarak okurlarına ulaşıyor. Başüstü Mahallesi’nin içine kapalı, kendi halinde, mütevazı yüzünü Tanrı’ya dönmüş Ongun Apartmanı’na içgüveyi olarak gelen Sıddık her şeyi geri dönülmez bir biçimde değiştirecektir. Özellikle Sıddık’ın izinde bir anti-kahramanı çözümlemek ve irdelemek de mümkündür bu bağlamda.

KİTAP SAYFASINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Ailenin ve aile kurumunun çözülüyle somutlaşan romanda apartmandakiler, hatta bütün mahalle bu karanlık, gizemli adamın günaha çağrısının peşinden gider. İnsanlar büyülenmişçesine Sıddık’a itaat edip onun kurduğu dünyada hazzın, günahın, suçun, tövbenin, inkârın iç içe geçtiği bir hayat sürdürür. Mahallenin genç imamı İsmail mahalleyi kuşatan çürümüşlüğün ve yıkımın kaynağını bulmaya çalışırken sofuca günahkârlıkla kalabalıkların yüzleşmesi de hayli sancılı olacaktır. Hiçleşme, yoksulluk, değer dizgesinin yitimi, toplumun köklerine dek yayılan çürümenin dile geldiği bu romanı irdelerken kuşkusuz, anti-kahramanı, toplumsal travmaları, değişimin yarattığı belirsizliklerin ışığından bireyi de sorgulamak yerinde olacaktır.

Günümüzde sosyolojinin toplumsal ve tarihsel gelişmeden vazgeçmesi, topluma ve toplumsallaşmaya karşı muhalif, hatta antici bir tutum alması, aynı zamanda siyasi sonuçlara yol açan bir toplum bilinciyle ilişkilidir. Bu bütünlük içinde eşitlik, yoksulluk, adalet, şiddet ve otoriterlik gibi kavramların değersizleşmesi, onların önemsiz olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle anti-toplumsallaşma, hiçleşme ve değersizleşmeyi mevcut koşullar içinde değerlendirmek önemlidir.

Batı, Doğu-Batı çatışmasını dengeleyerek kendisine bağlı mutlak bir denge kurmuştur. Ancak bu üstünlüğü korumak için her türlü değişimi, değeri ve ilkeyi reddeden bir tutum benimsemiştir. Bu tutum, bilinç düzeyinde belirsiz bir gelecek ve çöküşü kitle kültür endüstrisi aracılığıyla oluşturmaya, aktarmaya ve yaymaya çalışmaktadır. Sosyoloji düzeyinde doğrudan sorunlardan ve bilinçlenmeden vazgeçmesi, anti-toplumsal bilinçlenme ve toplum anlayışının sanat, edebiyat ve özellikle sinema aracılığıyla gelişmesine yol açmıştır.

Anti-Kahraman İdeolojisi: Modernliği Hiçleştiren Bir İşlev

Anti-kahraman ideolojisi, modernliğin sınırlarına gelindiğinde yeni bir aşama, çözüm olmadan modernliği hiçleştiren ve değersizleştiren bir işlev görmektedir. Bu durum, Batı için kendi üstünlüğünü koruma anlamına gelirken, genel olarak uygarlık tarihi açısından tahrip edici bir dönüşe işaret etmektedir. Bu ideoloji, verili düzenin dışında kendine var edecek koşullara ve gelişmelere sahip değildir. Toplumsal düzeyde değersizleşmeyi ve ilkesizliği savunarak yeni toplumsal dayanak ve bilinç oluşturmada zaafını göstermektedir.

Ancak anti-kahraman ideolojisi, verili düzenin içinde kendini tamamlamaktadır. Yöneten-yönetilen uyumunu oluşturarak farklılık ve bütünlüğü sağlamaktadır. Bu ideoloji, özellikle 1980-90 sonrasında kitle iletişim teknolojisinin desteğiyle edebiyat ve sinema aracılığıyla gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Sovyetler Birliği'nin tasfiyesi sonrasında, modern düzenin değerleri sınırlarına geldiğinde, anti-kahraman için yeni bir alan açılmıştır.

Anti-Kahramanın Siyasi ve Toplumsal Etkileri

Ancak anti-kahraman ideolojisi, kendiliğindenliği savunduğu için siyasal olma ihtiyacı ve isteği yoktur. Bu durum, kendisine muhalifliği yakıştırmak bir yönüyle antici kendiliğindenliği ve teslimiyeti savunmak anlamına gelir. Gerçekte anti-kahraman ideolojisi, verili düzenin dışında kendi dayanaklarını yaratma yeteneğine sahip değildir. Bu nedenle düzene karşı muhalif olması tartışmalıdır ve yöneten-yönetilen ikiliğinin bir uzantısıdır.

Günümüzde anti-toplumsallaşma, hiçleşme ve değersizleşme gibi olaylar, kaotik düzenin işleyişi içinde ana akım hale gelmiş ve süreklilik gösteren toplumsal olaylar halini almıştir. Bu durum, toplumların ve düzenin iradesiyle ilişkili olan olaylardır. Anti-toplumsal bir görüntüde ortaya çıkan değersizleşme, hiçleşme gibi olaylar, gündelik yaşam içinde bireylere kendini değersiz hissettirmekte ve sosyoloji için yeni sorunları beraberinde getirmektedir.

Sosyolojinin bu sorunlarla başa çıkabilmesi için sadece açıklama değil, aynı zamanda yeni bir muhalif bilinç ve toplum anlayışı oluşturması gerekmektedir. Bugünün muhalif bilinci ve sosyolojisi, topluma yeni bir ufuk kazandırmalı ve günümüz sorunlarını içinde barındırmadan ama ona mahkûm olmadan ele almalıdır. Anti-kahraman ideolojisinin verili düzen içinde kendi dayanaklarını yaratma yeteneğine sahip olmaması, yeni bir başlangıç ve muhalif bir görünüm sunma kapasitesine sahip olmadığını göstermektedir.

Günümüzdeki toplumsal değişme içinde sürekliliği olan bir çözüm ve düzenin ancak Doğu-Batı çatışmasını aşarak, tarihi çelişki ve çatışmaları aşarak mümkün olduğu görülmektedir. Anti-toplumsal eğilimlerin, değersizleşme, hiçleşme gibi konuların çözümü için yeni bir ufuk ve örgütlenme gerekmektedir. Bu bağlamda, sosyolojinin bugünün anti-kahraman edebiyatının ne olduğunu sadece tasvir düzeyinde tanımlamaktan öte, esas sorusu "Günümüz koşulları ve bilinci nasıl aşılabilir?" olmalıdır. Yeni bir başlangıcın tek dayanağı, günümüz Doğu-Batı çatışması dengesi içinde ortaya çıkan sorunlardan ve buna karşı yeni bir örgütlenme ve yapılanma içinden çıkacaktır.

Tam da bu bağlamda anti-kahramanın yazarca inşası sürecinde “çürüme”nin politik ve toplumsal boyutunu irdelediğimizde Cem Kalender'in mürekkep kokan kaleminden dökülen "Çürüme", Palu ailesinin hikayesi üzerinden toplumsal çürümenin karmaşasına odaklanan bir başyapıt karşımıza çıkmaktadır. Yazar, insanın varoluşundaki karanlık noktalara ve toplumun çürümüş yapısına çarpıcı bir şekilde tanıklık ediyor bu romanıyla.

Edebiyatın, Kalender için sadece insanın imgeleme yeteneğini yansıtan bir ayna olmadığını, aynı zamanda toplumsal gerçekliği de yansıtan bir ayna olduğunu söylemiz gerekiyor. Tam da bu noktada”Çürüme", bu ayna sayesinde toplumun kendi çürük noktalarını keşfetmeye ve çözümlemeye yönelik bir çaba olarak ortaya çıkıyor. Kalender,  bu yapıtında insan doğasının karmaşıklığını ve toplumsal çürümenin nasıl bir uzun sürecin sonucu olduğunu vurguluyor aynı zamanda. Roman, kurumlar, siyasi otoriteler ve bireyler arasındaki ilişkilerdeki çıkmazları işleyerek günümüz Türkiye'sinin yakın dönem tarihini yansıtıyor.

Yazar, bireyin toplumla etkileşimini incelerken insan doğasının kurnazlığını ve toplumsal normların birey üzerindeki etkilerini vurguluyor. "Çürüme", toplumun belirlediği sınırlar içinde hareket etme eğilimindeki bireyin, toplumsal normlara nasıl teslim olduğunu ve çürüme sürecine nasıl dahil olduğunu detaylı bir şekilde anlatıyor. Romanın merkezinde yer alan Sıddık karakteri, toplumdan aldığı cesaretle kötülük sınırlarını zorlayan bir figür olarak öne çıkıyor. Kalender, Sıddık gibi karakterler aracılığıyla toplumun ve bireyin çürüme sürecine nasıl dahil olduğunu okuyucuya çarpıcı bir şekilde sunuyor.

İnanca, kutsala dair öğretiler, yapıtın önemli bir başlığı olarak öne çıkıyor ve İbrahim, İsmail ve İshak gibi dini figürler aracılığıyla toplumsal çürümenin anlamlandırılmasında güçlü bir rol oynuyor. Kalender, dinin, kültürün ve geleneklerin toplumun çürüme sürecindeki etkilerini vurgulayarak esere derinlik kazandırıyor.

Anne-oğul ve baba-oğul ilişkilerinin ayrı ayrı değerlendirildiği romanda, bu ilişkilerin toplumsal çürümeyle nasıl iç içe geçtiği detaylı bir şekilde inceleniyor. Palu ailesinin hikayesi, aile içindeki çatışmaların ve çürümenin nasıl birbirini beslediğini gösteriyor.

Yapıtın erkek karakterlerinin yoğunluğu tam da hegemonik erkeklik ve bir anlamda  etnosantrizm düzleminde bugünün şiddet sarmalını daha sık tartıştığımız gerçeği ışığında toplumdaki çürümenin erkeklikle sıkça ilişkilendirilmesine daha fazla gerekçe oluşturabiliyor üstelik . Etnosentrik bireyleri diğer sosyal toplulukları kendi sahip olduğu belirli etnik grup veya kültüre göre özellikle dil, yaşayış, adet ve dine göre değerlendirmemiz gerektiğini ve bu etnik ayrımlar ve alt ayrıştırmalar her bir etnikliğin kendi benzersiz kültürel kimliğinin tanımlanmasına hizmet ettiğini de ifade edersek etnosantrik ve hegemonik cinsiyet kimliklerinin uç noktalarda çatışmalara neden olabileceği de aşikardır. Siyasi bağdaşmazlıklar, savaş, terörizm ve hatta soykırımlarla sonuçlanabilecek bu çatışma en küçük ölçekte ailenin çürümesinin aslında daha büyük toplamlar için de söz konusu olduğunu da ortaya koymaktadır. Güçlü erkekliğin romandaki temsilini bu açıdan Sıddık’ta görebilmek mümkündür. Ancak, yazarın belirttiği gibi, romanda tek iyi karakter olan Kevser, bu genellemede istisna oluşturmakta ve güçlü bir karakter olarak öne çıkmaktadır.

"Çürüme", Cem Kalender'in toplumsal çürüme ve insan doğasının karmaşıklığına dair güçlü bir eleştiri sunan çağdaş bir romanı olarak okuyucuların karşısına çıkıyor. Kalender'in kaleminden dökülen bu roman edebiyatın bir şekilde toplumun çürüyen yüzünü tüm yüzleşme zorunlu

***

Olmayan ülke | Nergis Seli

Benimle oynar mısın?

“Sıkı can iyidir, kolay kolay çıkmaz” derlerdi çocukken canımız sıkıldığında. Çocukken can dediğimiz o kadar da fazla sıkılmıyordu oysa.

Büyüdük, büyüdük çünkü insan büyümekten ibaret bir varlık, bir de büyüdükçe küçülmekten...

Büyüdük ve asıl o zaman başladı canımız sıkılmaya. Belki de her sıkıldığımızda değil de her güçlü olduğumuzda, düşüp de ağlamadığımızda, kaybedip de yılmadığımızda söyleselerdi bu lafı. Belki o zaman bu kadar çok sıkılmazdık da kaybettiğimiz zamanlar, canımız sıkıdır, sağlamdır, kolay kolay bir şey olmaz deyip umudumuzu dürter devam ederdik yaşamaya.

Çocuk olmak zordu, büyümek zordu, yetişkin, koca bir insan olmak en zoru oldu. Düşünce kimse elini vermez oldu, geçecek, geçti, demez oldu kimse. Düştük kaç kere, düştüğümüz yerlerde kaldık.

Yanlış yaptık çoğunlukla, olsun, demedi kimse. Olsun, olur bazen, olur o kadar demedi hiç kimse. Biz kendimize bile diyemedik ki. Bir olsunu çok gördük. Oysa sahip olduğumuz tek şey, şu kendimiz dediğimiz şey değil de ne?

Çocuklar doğurduk kendi çocukluğumuzu yaşayamadan. Kendi çocukluğunu yaşayamayan insanların çocuklarıyla dolu dünyaya mahkûm olduk. Mahkûm ettik kendimizi.

Erkenden büyümek zorunda kaldı çocukluk.

Şimdi ben çocukluğuma bir şarkı söylemek istiyorum,

“Su olsam, ateş olsam/ Göklerdeki güneş olsam /Konuşmasam taş olsam/Yine de oynar mısın benimle?/ Sus olsam, kusur olsam /Ağızdaki küfür olsam/ Doğuştan esir olsam/ Yine de benimle oynar mısın?”

Sevgili kendim, çocukluğum, yetişkinliğim, hata yapan yanım, güzellikler yaratanım, sen, yani ben, benimle oynar mısın? Kim bilir kimler kırdı seni, nelerden kaçtın, nelerden bıktın, nelere üzüldün, nelere ağladın? Senle yağmurlara kaçalım mı, bulutlara bakalım mı? Mısır patlatalım mı hatta? Her mısır tanesini bir şeye benzetelim mi yemeden önce? Kuzulara, kedilere veya ejderhalara mesela...

Lütfen oyna benimle, oyna çünkü hayattaki en güzel şey oyunlar oynamak ve gülmek pervasızca, fütursuzca...

Sevgili okuyucu, benimle oynar mısın? Düşersem elini verir misin? Hiç değilse kendine mısır patlatır mısın?

***

Devletin görevi halkı cennete göndermek midir? | Nayim GÜL

Avcı toplayıcı toplumdan sınıflı topluma, pagan tanrılardan insan tanrılara geçiş süreciyle birlikte klanların küçük pagan tanrıları, küçük toprakları ve klan içinde “birlikte üretip adil bölüşme” gelenekleri de yok oldu. Kültleşen feodal monarşiler, saray çevresinde kurdukları barbarlık düzenini inançsal anlamda da yücelttiler. Yaşamları emre amade olmakla sınırlandırılan yurttaşları değersizleştirdiler. Halkı köleleştiren egemenler hukukunu dinler üzerinden pekiştirdiler. Bu nedenlerle ilk şehir devletlerinde yurttaş haklarının “kutsallaştırılmış” efendilere transfer edildiği, köleci feodal bir yapı egemen oldu. İlk toplu yaşamı kuran toplumlar üzerinden gelenekselleştirilen pagan dinler; tarih boyunca kral tanrıların, ruhban sınıfının ve zengin tüccarların isteğine göre biçimlendi. Sümerlerin sınıf kültüne dayalı yönetim biçimi, Sümerler yıkıldıktan sonra İbrani toplumlar olan Akat, Asur ve Babiller aracılığıyla semavi dinlere aktarıldı.

Gücü elinde toplayan Yahudi elitleri, Bizans, Selçuklu, Osmanlı statükoları da tek tanrılı dinlerin toplumun kontrol edilmesi ve yönlendirilmesindeki “kullanım potansiyelini” keşfetmekte gecikmediler. Babil Sürgününden kurtulur kurtulmaz örgütlenmek için şair ve yazar Esdras’a (Üzeyir) yeni bir din kitabı yazdıran Musevi kitle önderleri ile İsa’dan sonra onun adına havarilerce yazılan yeni bir dinin ortaya çıkmasını fırsata çevirerek ganimet seferleri için papazlara propaganda yaptıran Bizans sarayının yaptıkları bunun açık örnekleridir. İpekyolu ticaretiyle zenginleşerek, yeni bir inanç sistemiyle toplumu kontrol altına alan Arap elitleri de iktidar ve talan için toplumun inançlarını kullandılar.

İpekyolu ticareti işlediği süreçte Dünya’nın en iyi kazandıran ekonomisiydi. Emevi ve Abbasi tüccarlarının pamuk, tütün, pirinç gibi çok talep gören ürünler için yeni alanlara ve köle işgücüne gereksinimi çok arttı. Abbasilerde merkezi yönetime borç para verip bunun karşılığında da bölgesel birimlerin yönetimini devralarak, köleleri o alanlarda acımasızca çalıştıran tüccarlar vardı. Bu zengin tüccarlar devlet yönetiminde vezirlerle aynı yetkiye sahiplerdi. Burada etkin olan işleyişe dikkatle bakılırsa, yeni coğrafyalara ve halklara yapılan saldırılardaki asıl amacın iddia edildiği gibi dinsel inancı yaymak değil, sermaye sınıfına geniş alanlar ile daha fazla köle kazandırmak olduğu açıkça görülür.

TÜRKMEN FEODAL MONARŞİLER

Türkmen, Kürt ve diğer Aryani coğrafya halklarının inanç alaşımı; sınıfsal zehirden fazlaca etkilenmeden biçimlenmiştir. Yaşamı iyi niyetle düzenlemeye çalışan Asya felsefi inançlarına dayanır. Halkların kendi yaşamsal ve sosyal gereksinimlerine göre sentezlediği bu barışçıl, sorgulayıcı, akla dayalı kültürel inanç aroması; halk için mutlu bir yaşam kurma deneyimleri olan Babekiye, Karmati ve Zenci kölelerin Abbasi toprak ağalarına karşı gerçekleştirdikleri muhteşem ayaklanmalardan beslenmiştir. Buralardan gelen insancıllığı koruma ve yaşatma bilinci Babai, Celali ve Şeyh Bedrettin ayaklanmaları ile ortaya çıkar. Dolayısıyla kurulu erkin haksızlıklarına her koşulda biat etmeyi reddeder. Halkların felsefi inançlardan beslenen yaşam tarzında vicdan terazisi egemendir ve zalimin zulmüne karşı tavır alma geleneği vardır. Bu gelenek barbar statükoların işlerine gelmez hatta yollarına engeller koyar. İşte bu nedenle Türkmen feodal statükolar kendi kurucu halklarının değerlerine yabancılaşıp düşman oldular. Bütün güçleriyle halkı inançsal ve ritüeller bakımından dönüşüme zorladılar. Güce biat etmeyi, kendisine reva görülene sorgulamadan razı olmayı; hak aramak yerine şükretmeyi kural olarak koyan Şeriat anlayışını kabul ettirmeye çalıştılar.

Oğuz halkının kuruculuğunu yaptığı feodal monarşilerdeki Asimilasyon girişimleri Karahanlılarla başladı. Toplum genelinin doğal yaşama uyumlu, özgürlüğü onaylayan ve baskı içermeyen Tengricilik, Budistlik, zerdüştlük gibi “iyilik dinlerinden” beslenen inançları “çobanın dini” olarak aşağılandı. Bu durum Selçuklularda Şeriat’ın her alanda egemen kılınmasıyla sistematikleşti.  Nizam-Ül Mülk ve İmam Gazzali eliyle kurulan “sorgusuz sualsiz biat” istemine boyun eğen “yatuk Oğuzlar” ile sistemle çatışan “göçer Oğuz” boylarının arası açıldı. Göçer Oğuzların, merkezi yönetimin bilgisi dışında batıya doğru 1016, 1028 ve 1039-42 yıllarında başlayan büyük göç dalgaları Nizam- Ül Mülk’ün  baskılarından sonra  daha da arttı. Selçuklular; hem yeni alanlara açılmak hem de yerleşik düzen dışında kalan Oğuz Türkmenleriyle çıkan çatışmalardan kurtulmak amacıyla 1071’de Alpaslan önderliğindeki büyük orduyla Anadolu’ya girmek zorunda kaldılar.

Gazneli ve Karahanlılarla başlayıp Selçuklularda Nizam-Ül Mülk ve İmam Gazzali ile sistematikleşen “Şeriatçılaştırma” proğramı; Osmanlılarda yüzyıllarca süren kıyımlara dönüştü. Şeyhülislam fetvaları kullanılarak, korku ve baskılarla statükonun yanına çekilmiş olan kitleler; direnen ve adlarına “Kızılbaş” denen halka karşı kıyım yapmaya zorlandı ve  “neleri var neleri yoksa ellerinden alın, helaldir” denildi.  Halklar kavga etmeyince en güçlü ordular halkların üzerlerine sürüldü. Açıklanması sözcüklere sığmayan zulümler, Sürgünler ve katliamlar yapıldı. Bugünün Türkiye’sinde bilimden, aydınlıktan, eşitlikten, özgür yaşamdan ve gerçek demokrasiden yana olanlara karşı başka bir kindarlığın merkezi monarşi eliyle örgütlenmesi de kaynağını bu derin gelenekten alır .

Laik ve bilime dayalı eğitim yerine ikame edilen dogma öğretilerin anaokullarına kadar indirilmesi; öğretmenlerin özgür bilim öğretilerini dinsel dogmalara ters olduğu için dillendirememesi; imamların bilimsel eğitimi engelleme göreviyle okullara atanması gibi pratikler eğitim öğretimdeki niteliğin Osmanlılardaki Sıbyan Mektepleri düzeyine indirgendiğinin göstergesidir.

Direnç kültüründe ısrar edenlere karşı her türlü baskı ve ödüllendirme yöntemlerinin kullanılarak boyun eğdirilmeye çalışılması; milli ve manevi değerler olarak tasarlanan kurgusallıkların halka çok yönlü olarak dayatılması, bin yıldır süren ağır asimilasyonların günümüzde de artarak sürdüğünün açıklamasıdır.

***

Kitap Sayfamızda Bu Haftaaaaa Cem Kalender’in Çürüme’sine Bir Bakış Denemesi

Hikâyelerin büyüsü

Sevgili kızım Polikseni,

Dilerim hepiniz iyisinizdir. Biz burada durumu idare etmeye çalışıyoruz ve Allaha şükür en azından sağlık açısından bir sorun yaşamıyoruz.

Mezar konusunda bir iki şey söylemek istiyorum. Babanız Adonis sürekli bu mezar konusunda konuşuyor. Başınıza gelenleri tabii ki biliyorum ve şimdiki durumunuzu da tahmin edebiliyorum. Hayatinizi yeniden bastan kurmanız gerekiyor.  Şu an bir de mezarı düşünmek istemeyeceğinizi tahmin ediyorum. Ayrıca siz gençler için mezar, çok ilerde gerekli olacak bir ihtiyaçtır.

                                                                                                                                                                                                                                                                           Aile Mezarı | Herkül Millas

***

 Yazarın büyüsü

Her edebi metin gibi bu romanın da farklı okuyuşları olabilir. Benim ne düşündüğüm ve ne yapmak istediğim, okurun algısından farklı olabilir. Bu durumda okura “şunu şu biçimde görmen gerek” dersem onun hakkını yemiş olurum. Acaba kendi okuyuşumu şu an dile getirsem mi diye tereddüt ediyorum! Romanımı okuyanların genellikle aklımdakileri her zaman görmediklerini seziyorum. Örneğin Rum okurlardan “Bizim hayatımızı güzel anlatmışsın” diyenler oldu. Ama Rum olmayan çok saygın bir eleştirmen “Kimliklerle ilgili herhangi bir ülkede yaşanacakları yazdın” dedi. Ben ise benimle ilgili bir hikâye yazdım: çevremi. Karmaşık duygularla; sevgi, eleştiri ihtiyacı, acılı durumlar, çok komik durumlarla…

                                                                                                                                    Herkül Millas

***

Uykudan önce

Bu sayıda tanıtacağımız kitap, hepimizin okul çağlarında yaşadığı zorbalıklardan söz ediyor.

Claudie Stanké’nin yazdığı, Barroux’nun resimleriyle eşlik ettiği “Yeter Artık!” akran zorbalığı üzerine hassasiyetle kaleme alınmış, samimi bir hikâye.

“Küçük kurt yatağından çıkmak istemiyordu çünkü okula gitmek istemiyordu. Hatta okula bir daha adımını dahi atmak istemiyordu. Yine de bütün küçük kurtlar gibi onun da okula gitmesi gerekiyordu. Doğrusu okul arkadaşları ona pek nazik davranmıyordu, bu da küçük kurdu çok ama çok üzüyordu. İçinden onlara “Yeter artık!” demek geçiyordu.”

                                                                                                           Yeter Artık | Claude STANKE

                                                                                                      

Editör: Duygu Kaya