Ramis SağlamÖzlemlerle, acıların yoğrulduğu bir yılı geri de bıraktık.  Yaşadığımız acının büyüklüğü, yeni acıları yaşamımıza engel olamadı.

İz Dergi’nin Ekim Sayısı için bir araya geldiğimizde, farkında olmadan önceden görevlendirmeler yapılmıştı. Ümit Kartal’ın, boncuk gözleri ile derinden bir bakışında “Görev senin abi” diyordu. Çünkü 1o Ekim Katliamını birebir yaşadığım için görev de benimdi.

Başım gözüm üstüne dedim ve başladım...

Nereden başlamalıdan öte, nasıl başlayacağım konusu daha önemliydi. O kadar çok acı, yaşanmışlık, o kadar çok acı biriktirmesi vardı ki yine gök gürültülü bir gece, yine klavyenin üzerinde özlemlerin ve acıların ıslaklığı beni bekliyordu.

Her röportajda, yeniden, yeniden yaşadığımız acıları, gerek gözlerimiz dolarak, gerek sesimizin öfke patlaması ile gerekse de geleceğe olan inancımızı tekrarlayarak yaşayacaktık.

İlk röportajı, Ankara Katliamı’nda yakından tanıdığım Deniz’in annesi, Mesut Mak’ın eşi Evrim’le yapmaya karar verdim. Evrim’le yapacağım röportajın çetin geçeceğini biliyordum.

Röportaj için Evrim’le buluşup, uygun yer bulmaktaki kaygım aslında, konuşmanın ilk adımının atılmasındaki zorluktandı.

Bir nehir gibi başladığımız röportajımız, bazen durağanlaşıyor, bazen yüksek tepeden akan şelale gibi çağlıyor, bazen de nehir yatağının sağlı sollu iki yanını dövercesine vuruyordu. Dalıp giden konuşmalar, sessizlikler birden, öfke patlamalarız, beklediğimden çok daha kolay bir röportaja dönüşüyordu.

Evrim’le, kahramanı hakkında konuşuyorduk. Ama ben, kahramanının bilinmeyen ve kahramanların çok gösterilmeyen yönlerini göstermek istiyordum.   

Aşık Mahsuni Şerif’in “Hayat denen uzun yolda/ Yürüyorum dalgın dalgın ” türküsü dilinden hiç düşmüyordu, diyor Evrim...  

Ankara’da Barış Mitingi yapılacağını duyduğu andan itibaren, bu mitinge gidilmesi gerektiğini, çemberin daraldığını vurguluyormuş, Mesut.  Deniz’i riskli eylemlere götürmemek için nöbetleşe eylemlere gitme kararı alıyorlar. Ankara’daki Barış çağrısı da aldıkları karara uygun bir mitingdi. Ne de olsa bu ülkede barış istemek, savaş istemekten daha zor ve tehlikeliydi.

 Yine bir isyan, yine bir öfke sağanağı, sohbetimizin üzerine çöküyor.  Gözler, karşılıklı buğulanıyor, birden o kelimeler peşi sıra birden dökülüveriyor; “Enkaz kaldı. Mezara birlikte girdik.” Kısa süren bir öfke sağanağının ardından, safların keskinleştiği, barışın daha da yükseltilmesi gerektiği, bir gök kuşağı gibi birdenbire beliriveriyor.

Gökkuşağının ardından, asıl sormak istediklerimi sormaya çalışıyorum. Evrim, bugün nasıldı, ne yapıyordu. Onu yansıtmak istiyordum. Mesut’tan sonra, çevrilen filmleri, kitapları okuyabiliyor muydu?

Evrim, kitap okuyabiliyor mu ile başladım. Evet, aylar sonra “Zorba’ya başladım. Fakat bitiremedim.” demesi ile yine geçmişe yolculuğun başlamasına neden oluyordu. Mesut’la birlikte, Babam ve Oğlum filmini lambayı söndürerek izlerdik, diyor ve devam ediyor.  Mesut, o kocaman adam, ağladığı belli olmasın diye lambayı söndürürmüş.(Birçoğumuzun yaptığı gibi) Hangi sahne diyorum ve o hepimizin hafızasına kazınan, avluda babası ile konuştuğu sahne yanıtını alıyorum;“çevrilen filmleri, yazılan kitapları okuyamayacağım”... (Yazamıyorum, yine o sağanak tuttu, aynı filimin o sahnesindeki gibi...) Sadece kaybettiklerimiz mi okuyamayacak. Bizde, geri de kalanlar da başladığımız kitapları bitiremiyoruz, zevk almıyoruz izlediklerimizden, bunu da siz bilemeyecektiniz.

Bornova’daki Kızlar Kahvehanesi’nde, ikinci kez masa değiştirerek, sohbetimizi sürdürüyoruz. Kaçıncı çayı içiyoruz, bilmiyorum.

Yine o Lanetli katliam günü sohbetin içine bir kaya gibi aniden düşüveriyor. Ankara Katliamının, ilk haberlerini televizyonda gördüğünde, “Mesut” diyor, Evrim... Görüntülerde, her yer kan gölü...  Yok diyor, Mesut’tun kanı değildir, diyor. Olsa olsa Mesut gaz yemiş, bir yerlerde en fazla düşmüştür, diyor.  Telefona sarılıyor, aranan telefonlar ya cevap vermiyor ya da farklı bilgiler geliyor.  O kötü haber ulaşırsa, nasıl söylerim, diye Deniz’i düşünüyor.  Deniz’in ve benim kahramanımızın öldüğünü nasıl söyleyecektim.  Acılar, sözlerden önce gözlere, ama en çok da ellere yansıyor, o dirençli kadının sesi yine yükseliyor. Ortaklaşan acılar, ortaklaşan duygulara, seslere dönüyor. Karşımda oturan acılı kadın Evrim Mak, Rakel Dink’i diğer acılı kadını sohbetimize ortak ediyor. Ve birden masada iki acılı kadının ağırlığı çöküyor. Görüntülerde yerde upuzun, delik ayakkabısı ile Hrant yatıyor. Evrim devam ediyor; “O da, benim gibi benzer anları yaşamış. Çocuklarına, babalarının öldüğünü nasıl söyleyeceğim” diye düşünmüş. Demek ki akla ilk gelen hep bu düşünce oluyormuş.

Dirençle karışık, öfke gelip yanımızda tekrar beliriveriyor. 90’lı yılların başına gidiyoruz. Mesut’un işkenceli sorguların bıraktığı izlerin yansımalarına... Ben bir türlü bugüne dönemiyorum. Evrim nasıldır, ne yapıyor yanıtına ulaşamıyorum. Çünkü Evrim, kahramanı, Mesut’un anıları ile yaşamaya devam ediyor.  Bu konuya da benim kahramanlar hep iyi anlatılır, senin kahramanın hiç kötü huyu ya da seni rahatsız eden davranışı yok muydu? Sorusuyla geliyoruz. O yıllarda gördüğü işkencenin izlerinin canlı tanığıydı, Evrim. Mesut’un hayat dava yoldaşı yakın tanığıydı; ani öfke patlamalarının ve gece uyku bozukluklarının, ama o onun kahramanıydı.

Sadece Evrim’in mi tabii ki değil... Herkesin ağabeyidir, sadece kendinden yaşça küçük olanların değil, aynı yaşta olanlarında... Mesut, erken büyüyen kuşağın temsilcilerindendir.

Mesut’tan sonra enkaz kaldı, sözlerinin ardından birden oturduğu yerden doğrularak, “Ayakta kalmam gerekiyordu, kaldım” diyor, Evrim.  Kör kuyuya doğru yuvarlanırken, Deniz’in bakışları beni tekrar tekrar hayata bağladı.  Deniz’in o Mesut, gözleri ve duruşu beni kör kuyularda kaybolmamı engelledi. Ağlayacağımı anladığı zaman Deniz’in, “ Anne yine ağlayacak mısın?” demesi, “yok ağlamayacağım” diye cevap vermem, ağlamamdan daha ağır...

Mesut, bize kendinden çokça parçalar bıraktı. Onun bizi, nasıl görmesini istiyorsa, biz öyle yaşamaya devam etmeye çalışıyoruz.

Evrim’le, Mesut hakkındaki sohbetimiz, poşet içinde gelen çiçek anısı ile gülümsememize neden oluyor.  Mesut’la o zamanlar daha evli değiller, randevularında Mesut’un elindeki siyah poşet dikkatini çeker. Mesut, torbada ne var diye sorar. Mesut, “çiçek” der. Niye poşete koydun diye sorduğunda ise “Arkadaşlar, görür dalga geçerler” cevabını alır. Birlikte gülümsüyoruz.

Yaşam kendi içinde acıları, acılar direnci, dirençte mücadeleyi barındırmaz mı? Evrim’le sohbetimizde Mesut Mak’ın ve yaşamın devri daimini konuştuk.

Ve ben, Evrim Mak ile yaptığımız sohbeti gök gürültülü bir gecede, yine klavyenin üzerine saçılan özlemlerin ve acıların ıslaklığı içinde yazmaya çalıştım.

Biliyorum, yaşadıklarımızın karışıklığı, sohbetimize ve röportaja da yansıdı, onları yerli yerine koymak, biraz siz okurlara düşecek.

İyi okumalar. 


MESUT MAK KİMDİR?

19 Ocak 1973 Dersim doğumlu Mesut Mak evli ve bir çocuk babasıydı. 15 yaşından itibaren, örgütlü politik bir mücadelenin içindeydi. KESK'e bağlı Tarım Orkam Sen İzmir Şube yöneticisiydi. 10 Ekim Ankara Barış Mitingi'ne sendikasıyla birlikte katılmış, barış güvercini olarak geri dönmüştür.

 

EKİM SAYISI SUNU YAZISI İÇİN TIKLAYIN

İZMİR'DEN YA DA ŞEHİR DIŞINDAN NASIL ABONE OLUNUR? TIKLAYIN

Editör: Haber Merkezi