Fatih Balkan’ın Anahtarım Cebimde adlı ilk romanı geçtiğimiz hafta Edisyon Kitap tarafından yayımlandı. Fatih Balkan, 1980 dönemi travmasının izlerini taşıyan bir kahramanın hikâyesini konu ediniyor. Kahramanın kişisel travmaları da yaşadıklarına eklendiğinde, umut bir görünüp bir kayboluyor.

Fatih Balkan, romanında yalın bir dil ve zaman zaman parçalı bir anlatı kullanıyor. Biçimsel dokunuşlarla zamanda ve kahramanların zihinlerinde geziniyor. Hikâye boşluklarıyla bütünlenip belleklerde yer buluyor ve bu yolculuğa rüyalar ve İzmir eşlik ediyor.

Editörlüğünü keyifle yaptığım bu roman için sevgili Fatih Balkan’la söyleştik.

Birbirine çok yakın tarihlerde hem bir şiir kitabı hem de bir romanla okurun karşısına çıktınız. İkisi de sizin için birer ilk. Şiir ve romanla ilişkiniz nasıl başladı, nasıl bugünlere geldi?

30 yıldan beri İstanbul’da yaşamama karşın kendimi İzmirli saymaktayım. İzmir gibi bir şehirde büyümek başlı başına bir şanstı benim için. Kendimi bildim bileli okurum. Dünyayı, insanı anlamanın en iyi yolu budur sanırım. Zamanın siyasal iklimiyle birlikte lise yıllarından beri şiir, roman, öykü hep yanı başımda olmuş, hep elimden tutmuştur. Tıp Fakültesinde, 12 Eylül’den sonraki o zor yıllarda hep içimdeki öfkenin ve umudun bir yansıması oldu kitaplar. Yine tek tük şiir yazıyordum. O baskı döneminde de okumayı hiç bırakmadım. Okul bittikten sonra mecburi hizmet, uzmanlık için uzun ve yoğun uğraşlar, oğlumun dünyaya gelişi, İzmir’den İstanbul’a göç, asistanlık, Siirt’te göz hastalığı uzmanlığı, tekrar İstanbul’da doktorluk. Neredeyse nefes almadan geçen bu yıllar sırasında da okumadan geçen bir günüm olmamıştır sanırım. Eşimle Siirt’ten dönüp İstanbul’da çalışmaya başladıktan sonra, 2005 yılında üniversite yıllarında başlayıp ara verdiğim fotoğrafa yeniden başladım 2015-2016 yıllarında, ülkemizin o karanlık günlerinde “TERK” adlı projem için fotoğraf çekerken aklımdan geçen birkaç dizeden sonra, bunları şiir haline getirip açacağım sergide kullanmayı planladım ve bazılarını da kullandım. Bütün bu okumalar ve fotoğrafın oluşturduğu birikimle düzenli, sistemli yazma uğraşım bundan sonra başladı denebilir. Ülkenin dört bir yanında patlayan bombalar, parçalanan hayatlar, faili meçhuller, faili belliler, seçim hileleri, gözaltılar, tutuklamalar, Suruç, 10 Ekim Ankara, Taybet Ana, Cemile, Emine, Cizre, Kaz Dağları, kuraklık, sel felaketleri arasında insan öfke ve isyan dolu olunca, bunca şeye dayanabilmek için bir ifade yolu bulmak gerekiyordu. İşte o günlerde fotoğrafın yanında eşzamanlı olarak şiir ve roman yazmaya başladım. Bu süreçte Haydar Ergülen’in atölyesine dahil oldum. Orada ve daha sonra Altay Öktem’le olan çalışmalarımızda şiirin aslında ne olduğu ne olması gerektiği üzerine çalıştık. Paralel bir şekilde Semih Gümüş’ün yazma atölyesine devam ettim.  Bu süreçte şiir de roman da birlikte, birbirini besleyerek yazılmaya başlandı.


SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


Romanınız 80 döneminde geçiyor, darbenin etkileri de sonrasında kahramanımız Derya’nın hayatını şekillendiriyor. Bu bağlamda bu dönemin etkilerini nasıl değerlendirirsiniz?

Ailesinden gelen eksiklikleri zor da olsa aşmaya çalışan, o eksiklikleri başka araçlarla doldurmaya çalışan bir genç Derya. O yılların karanlığında, yönünü bulmakta, çevresini, ilişkilerini sürdürmekte zorlanıyor. Dönemin kişiyi yalnızlaştırma, bireyselleştirme politikaları da bunu kolaylaştırıyor. Toplumsal desteğini yitiren birey, eğer yeterince güçlü değilse, kendini kalabalıkta bulamıyor, koruyamıyor. Derya da 12 Eylül’ün bu politikalarının kendi üzerindeki etkilerinin tümüyle yaşıyor.

“Yok” olan bir baba ve “var ama yok” bir anne var romanınızda. Kahramanımız Derya da bu yoklukların üstesinden gelmekte epey zorlanıyor. Bu yoklar var edilseydi, Derya’nın nasıl bir yaşamı olurdu, sorusu çerçevesinde ailenin gerek siyasi gerek psikolojik olarak zor dönemlerde bireyleri arasındaki etkileşimini nasıl değerlendirirsiniz?

Aile çocuğun psikolojik gelişiminde temel bir role sahip. Ebeveynlerin birinin veya ikisinin birden yokluğu veya fiilen olmaması birçok kişide derin yaralar açıyor.  Bunda temel etken belki de sevgi eksikliği. Çocukluğunda ebeveynlerinden yeterli sevgiyi görmeyen birey büyüdükçe, hayatı karşılamakta, sorunları aşmakta, yeni ve sağlıklı ilişkiler kurup sağlıklı çocuklar yetiştirmekte zorlanıyor. Derya da böyle bir genç. Bu sevgisizlik, 12 Eylül’ün açtığı derin toplumsal yarıkla birleşince, etkileriyle baş etmekte zorlanıyor. Babası olsa, annesi ve babasıyla daha sevgi dolu bir çocukluk geçirebilse sanırım çok daha mutlu, yeteneklerini, zekâsını destekleyen bir hayatı olurdu.

Romanınızın mekânı İzmir. İzmir, pek çok konuya hem yakın hem uzak bir şehir. Bu bağlamda İzmir’in 80 döneminin etkilerini nasıl yaşadığını düşünüyorsunuz?

İzmir de cuntanın, ülkemizi silah zoruyla maruz bıraktığı neoliberalizmden etkilendi. Plansız göç ve çarpık kentleşme şehri eski izlerinden gittikçe kopardı. Eski insan profili, eski insan ilişkileri, eski değerler git gide azaldı. İzmir’e hiç yakışmayan belediye başkanlarının izleri hâlâ gözler önünde. Neyse ki bunu değiştirme potansiyeli olan bir kentten bahsediyoruz.

Biçim konusunda da çalışmışsınız. Romanda ve şiirde biçime ve dile bakışınızı merak ediyorum.

Bir şeyi anlatırken sanırım kendimize soracağımız ilk soru, “Neden anlatıyorum?”, ikincisiyse, “Nasıl anlatıyorum?” Biçim, metnin dili, şiirde de romanda da “nasıl” sorusuna verilen bir yanıt. Anlattığımız hikâye yeni ve anlamlıysa bu iyi bir şey. Hele hele yeni bir şekilde anlatabiliyorsak bu daha da iyi bir şey. Ben bunu düşünerek, anlattığım hikâyenin yeni bir dili olmasını istedim. Umarım başarabilmişimdir.

Romanınızda metaforlar, bölümler arasındaki italik kısımlarda yoğun bir biçimde göze çarpıyor. Şiir de metaforları yoğun olarak kullanmayı gerektiren bir tür. Şiir yazmanızın roman yazarlığınıza etkisi nasıl oldu?

Metaforlar bir durumu, bir duyguyu, bir anı yoğun anlatmanın, aynı yere bakarken başka başka şeyler görebilmenin bir yolu diye düşünüyorum. “Şiir aslında yazma değil, silme becerisidir” denir. Bunu romana da uyguladım. Yazdığımdan çok sildim sanırım…

Aslı Erdoğan’dan bir alıntıyla başlıyor romanınız. Anahtarların cebimizde olduğuna dair… Romanınızın adı da “Anahtarım Cebimde.” Anahtarlar cebimizde mi?

Çok iyi olurdu aslında. Herkes ne istediğini bilir, hayatına nasıl yön vermek istiyorsa ona uygun kapıları açmak için istediği anahtarı kullanır, istediğinde kilitler, kimseyi içeri sokmazdı. Ama hayat buna hiçbir şekilde izin vermiyor.
 


Soruşturma: “O” Hikâyeyi Yazmak – Ferda İzbudak Akıncı

Hazırlayan: Pınar Altürk Kılıç

Bir yazar yazacağı hikâyenin “o” hikâye olduğunu nasıl anlar, karakterlerini nasıl oluşturur, yazma sürecinde başına neler gelir? Bunlar en çok merak ettiğim konulardandı. Buradan yola çıkarak “O” Hikâyeyi Yazmak başlığı altında küçük bir soruşturma yaptık. İlk konuğumuz sevgili Ferda İzbudak Akıncı oldu.

Hikâyenin “o” olduğuna nasıl karar veriyorsunuz?

Ben ona doğrudan “konu bulmak” diyorum. Bir yapıt oluşturmanın ilk ve en önemli adımı da bu aslında. Ne yazacağını bilmek. Ne yazacağına karar vermek. Yazacağımız konuyu dünya görüşümüz belirler. Çünkü duyarlılığımızın yönünü, çizgisini bu görüş oluşturur. Altın madeninin bir bölgenin halkına refah getireceğini, siyanürle altın ayrıştırmanın toprağa, suya ve o coğrafyada yaşam süren canlılara zarar vermeyeceğini düşünen biri için Bergama köylülerinin direnişi, yazmaya değer “konu” olmayacaktır elbette. Benim için ise o görkemli kalkışmayla birlikte ortaya çıkan oyunlar, durmadan değiştirilen ÇED raporları, davalar, suçlamalar, karalamalar; engelleme, yıldırma çabaları; mahkeme kararları ve her şeye rağmen madenin çalıştırılması, yazmasam olmayacak önemde bir “konu”ydu. Direnişçi köylüler tarih yazıyorlardı ve çağının tanığı olmayı önemseyen, “yazarak anlatma”yı iş edinen, bunun için de edebiyatı seçen, üstelik bölgede doğup büyümüş biri olarak benim, böyle büyük, yürekli, haklı bir hareketi görmemem, yazmamam söz konusu olamazdı.

Karakterlerinizi oluşturma süreciniz nasıl gerçekleşiyor?

Kuşkusuz ortaya onlarca roman, hikâye çıkardığınızda, her birinde farklı karakterler yaratıyor, karakter oluşturmada farklı yollar geliştiriyorsunuz. Yazmaya oturduğunuzda heybeniz gözlem verileriyle dolu olmalı. Her bakımdan iyi bir analizci ve sentezci olmalısınız. Bergamalı Simo'dan örnek vereyim yine, çünkü karakter yaratma açısından benim için ilginç bir deneyimdi. Romanı yazarken kurguladığım karakterler, aynı zamanda gerçekten yaşanan, hatta yaşanmakta olan bir serüvenin kahramanları olacaktı. Bergama köylü direnişinde, her biri bir roman kahramanı olabilecek çok renkli kişilikler çıkmıştı ortaya. Ama ben o gerçek kişileri romanımda öne çıkarmadım. Birini öne çıkarmak, diğerlerine haksızlık etmek olacaktı. Romanın asıl kahramanı tüm o direnişçilerin ve önderlerin birleşerek oluşturduğu “halk” olmalıydı. Gerçek de o değil miydi zaten? Benim kurguladığım kahramanlar da o halkın bir parçası haline gelmeliydi. Bu yüzden gerçekte yaşananlarla, kahramanlarımın hayatlarını sarmal biçimde ördüm. Yer yer zorlayıcı bir çalışmaydı. Ama çok da keyifliydi aynı zamanda. Simo, Yadigar, Murat, Nergis kendi özgür iradeleriyle direnişçiler ya da maden yanlıları arasında yerlerini alırken, hareketin öne çıkan kişileri de belirgin özellikleriyle olay örgüsünde yer yer parlıyorlardı. Sonuçta bu kitap bir belgesel değil, romandı. Kendi doğası, kendi kahramanları olmalıydı. Asıl kahraman halktı ve romanda halkı Simo karakteri temsil etti. Başlangıçta ne olup bittiğini anlamayan, ama anladıktan sonra da amansız bir mücadeleye giren halkı...

Karakterlerin kurguda neler yapacağı öncesinde belli oluyor mu? Yoksa yollarına yazmaya başladığınızda kendileri mi karar veriyorlar?

Olayların akışı doğrultusunda, beklenmedik davranışlar göstermeleri kaçınılmaz olsa da, karakterlerinizi belli özelliklerle donattığınızda ne yapacaklarına da karar vermiş oluyorsunuz. Ama karakter yaratırken sıradışı durumlar da olmuyor değil. Bir bütünlük oluşturması açısından aynı kitap üzerinden örneklemeyi sürdürecek olursam, Bergamalı Simo, Akropol'e yaslanmış o dimdik tiyatronun merdivenlerinde yırtık terlikleriyle belirdiğinde, onun neler yapabileceğini ben de bilmiyordum. Çünkü onu henüz tanımıyordum. Şaşkındı. Aşağıda olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Tıpkı Bergama halkı gibi. Ama yaman bir değişim geçireceğini hissetmeye başlamıştım. Beni yanıltmadı. Onu bir halkın yavaş yavaş uyanışını çağrıştıran davranışlarla kuşatmaya başlamıştım çünkü. Yarattığınız tip, kurgu gerektirmiyorsa kendisiyle çelişkiye düşmemeli. Simo da düşmedi. Ötelere baktı hep ve yol aldı. Diğer yandan tıpkı karakterler gibi, metni de biçimsel bir çerçeveye sıkıştırmaktan kaçınıyorum romanlarımda. Aslında olayların, olguların gidişine de değişim hakkı veriyorum. Kapıdaki Kadın romanımda açıkça sergilediğimi gördüğüm bir yazma izleği var. Kıstırılmış bir metin amaçlamıyorum. Romanın, hikâyenin, kişilerin kendi doğasını ilmek ilmek işleyerek ilerliyorum. Metinde ilerlerken hep yeni kapılar açılmasına, bu kapılardan içeri yepyeni karakterler girmesine izin veriyorum. Karakterlerin, yazılma sürecinde dışarıda sürüp giden hayatın etkisiyle değişim geçirmelerini de normal buluyorum. Yoksa çok yapay olurlardı.

Yazılarınızı nerelerde yazmayı tercih ediyorsunuz? Kendiniz için oluşturduğunuz bir yazma ritüeliniz var mıdır?

Yazma Dersleri'ni yazarken, yapıtlarıyla ülkelerinin edebiyatına, çağlarına ve sonraki zamanlara damga vurmuş büyük yazarların anılarını, mektuplarını ve kendileri üzerine yazılmış kitapları bol bol okudum. Cam odalarda ayakta yazanlar, tavan arasında deli gibi yazanlar, ev halkı uyurken yazanlar... Öyle keyifliydi ki serüvenlerinin izini sürmek, yazdığım kitabı unuttuğum zamanlar oldu. Bana gelince... Sabahları yazmanın verimliliğinin farkına varmış olmalıyım. Her sabah bilgisayarın başına oturup en az üç, dört saat çalışmak, yıllar içinde birçok romanı, hikâyeyi yazıp bitirmemi sağlayan bir disipline dönüşmüş. Bir düzenimin olmamasının çalışmamı ne kadar aksattığını ise bu yıl, iki kez ev değiştirmek zorunda kaldığımda anladım. Tek başına kullanılacak bir oda belki şart değil. Ama üstünde en az iki bilgisayar, kalemler, silgiler, not defterleri, irili ufaklı kağıtlar, yazıcı ve çeşitli kitaplar olan kocaman bir masanın yazı hayatımda vazgeçilmez bir yeri varmış. O masanın üstünde süreklilik gerektiren çalışmalar olduğunu ve sizi hep çağırdığını düşünün. Koşarak gitmez misiniz? Otuz yılı bulan çalışmalarımın her geçen gün daha da ağırlaştırdığı, “Masa da masaymış ha” türünden kocaman bir masa...
 


KELİMELERİN İZİNDE

anahtar

a. Yun.

1. bir kilidi açıp kapamaya yarayan, ucu ve sapı çeşitli biçimlerde olabilen araç.

2. saat ve benzeri kimi aygıtlarda zembereği kurmaya yarayan araç.

3. şifrelemede kullanılan, gizli ve kararlaştırılmış anlamı olan sözcük, cümle vb. gibi bir şey.

4. fiz. bir aygıta, bir yere isteğe göre elektrik akımı vermeye ya da akımı kesmeye yarayan düzen.

5. vida, somun gibi şeyleri sıkmak ya da gevşetmekte kullanılan, değişik tipleri bulunan, saplı, çelik araç.

6. müz. seslerin adlarını ve müzik dizisindeki yüksekliklerini belirtmek için portenin başına konulan işaret. (Müzikte sol, do ve fa olmak üzere üç anahtar vardır.)

7. mec. bir sorunu çözmeye, bir düşünceyi açıklamaya yardım eden araç. ör. Bilimin anahtarı bilgidir.

8. arg. rüşvet.


SATIRLARIN İZİNDE

Yakınlığımız yollarda, göl kıyısında çocukluk hikâyeleriyle kurulup gelişti, ben senin ne kotoya bağlı hayatının güçlüklerini ne vaktinin çoğunu işine ayırmak zorunda olduğunu biliyordum o vakit, zihnimde hâlâ seninle bir arada olmak yolda olmakla aynı şey gibi, hep bir yerlere gitmekten söz açıp durmam boşuna değil, - Yeşilgöl’e gidelim mi? Sarıdağ Vadisi’ne? Kızıl Ada’ya? – Bir ara içlenerek düşünmüştüm bunu hatta; kalbimiz söneceğine yolda bulduğumuz beklenmedik aşk hiç değilse bize yol aşkı olsun diye, yollarda kaybolarak bir yerlere gidip mutlu mesut ayrılalım, sonra yine kavuşup yollara düşelim.

Zamansız, Latife Tekin (Can Yayınları, Mayıs 2022)


YAZARIN İZİNDE

Latife Tekin

1957’de Kayseri’de doğdu.

Dokuz yaşında ailesiyle İstanbul’a geldi.

İlk kitabı Sevgili Arsız Ölüm 1983’te çıktı.

Ardından Berci Kristin Çöp Masalları (1984), Gece Dersleri (1986), Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995), Ormanda Ölüm Yokmuş (2001), Sedat Simavi Ödülü’nü kazandığı Unutma Bahçesi (2004), Muinar (2006), Manves City ve Sürüklenme (2018) adlı romanları, 2009’da Rüyalar ve Uyanışlar Defteri, 2020’de de Altınçayır Vadisi’nin Çocukları adlı çocuk kitabı yayımlandı. 2019 Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne değer görülen Latife Tekin’nin Türkçenin yarına kalacak büyülü mirası olarak nitelenen romanları İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, Japonca, Felemenkçe ve Farsça başta olmak üzere pek çok dile çevrildi.

(Kaynak: Can Yayınları)


KİTAPLARIN İZİNDE

Yedi Boş Ev – Samanta Schweblin (Can Yayınları, Mayıs 2022, Öykü)

Kendimi bildim bileli evlere bakmak için dışarılarda geziniriz, yakışmayan çiçek ve saksıları bahçelerden alırız. Sulama aletlerinin yerini değiştirir, posta kutularını düzeltir, ağır olduklarından çimlere konmaması gereken süs eşyalarını kaldırırız. Ayaklarım pedallara yetişecek yaşa geldiğimde arabayı ben kullanmaya başladım. Böylece annem biraz daha özgürlük kazandı.

Yıpranmış ilişkiler, takıntılı eşler, sinir krizi geçiren ebeveynler, aklını kaybeden yaşlılar, ortadan kaybolan çocuklar…

Samanta Schweblin 2015 Ribera del Duero Öykü Ödülü’nü kazanan Yedi Boş Ev’deki öykülerde akıl sağlığı pamuk ipliğine bağlı bir insanlığa ayna tutuyor.
 


Korkunç Bir Fal / Rus Öyküleri – Kolektif (Can Yayınları, Mart 2022)

Korkunç Bir Fal, Rus edebiyatının altın yılları olarak görülen 19. yüzyılda yaşamış ve yalnızca ulusal değil, dünya edebiyatına da önemli eserler kazandırmış altı büyük Rus yazarın, etkisi okuduktan sonra da süren çarpıcı öykülerinden oluşan bir derleme. Varlıklı, yoksul; kalabalık, yalnız; soylu, sıradan ve daha birçok farklı özellikten Rus insanının yaşamı üzerinden yüzyılın panoramasının çizildiği bu derlemenin merak uyandıran öyküleri yer yer ürpertiyor, yer yer güldürüyor; kimi zaman da günümüzde hâlâ kafaları kurcalayan yaşama dair soruları hatırlatıyor.


Bushcraft 101 / Vahşi Doğada Hayatta Kalma Sanatı – Dave Canterbury (Avantür Kitap, Haziran 2022, Outdoor)

Vahşi doğada hayatta kalma ve kendi kendine yetebilme uzmanı Dave Canterbury tarafından yazılmış bu kitap, doğada geçirdiğiniz zamanı en iyi şekilde değerlendirmeniz için tavsiyeler vererek sizi bir sonraki maceranıza hazırlamayı amaçlar. Bu değerli kılavuz, hayatta kalabilmenin beş donanım grubu olan kesici aletler, koruyucu/örtücü malzemeler, yakma malzemeleri, taşıyıcı malzemeler ve bağlama malzemelerini kapsar. Sadece çevrenizde var olan kaynakları kullanarak doğanın güzelliğini ve heyecanını derinlemesine yaşamanıza yardımcı olacak birincil hayatta kalma becerileri sunmaktadır.

BUSHCRAFT, kendi alanında Türkçede yayınlanan ilk kitap olma özelliğini taşımaktadır.


Hiçliğin Bilgisi – Fernando Pessoa (Alakarga Sanat Yayınları, Mayıs 2022)

Estetikle gelmeyin yanıma!

Ahlaktan söz etmeyin!

Uzak tutun metafiziği!

Kusursuz sistemlerin çığırtkanlığını

yapmayın sakın,

bilimin zaferlerini de sıralamayın

(bilimin, Tanrım, bilimin!) -

Bilimin, sanatın, modern uygarlığın!


 

Editör: Haber Merkezi