İzmir’in Kurtuluşunun 100. yıldönümünü kutlarken, Atatürk’ün değerini her geçen gün daha iyi anlıyoruz. Atatürk’ü araştırırken, onu daha iyi anlamaya çalışıyorum ki daha iyi anlatabileyim. Onu daha iyi anladıkça, hayata bakış açımın genişlediğini hissediyorum.

Atatürk'ün mucizevi başarılarının altında, çok çalışma, vizyonerlik gibi birçok özelliği rol oynasa da en önemli etmenin, farklı zıtlıkları bir araya getirerek müthiş sentezler oluşturması olduğu kanısındayım. 9 Eylül 1922 tarihi, Savaşçı Atatürk’ten, Barışçı Atatürk’e geçişin dönüm noktasıydı ve bugünün 100. yıldönümü anısına, Atatürk’ün sentezlerinden bazılarını mercek altına almaya karar verdim. Aklıma takılan ilk soru “Atatürk’ün bu özelliğinin gelişmesinde genç Mustafa Kemal’in küçük yaşlarda aldığı farklı kutuplardaki eğitimlerin rolü olabilir mi?” oldu.



DERGİNİN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Okul Yılları ve Okulun Mustafa Kemal’e Kazandırdıkları

Mustafa Kemal’in Selanik Mülkiye Ortaokulu’nda (Rüştiye) Kaymak Hafız adlı matematik öğretmeninden yediği dayak ve bunun ardından Askeri Rüştiye’ye geçişi iyi bilinir ama öncesinde ilkokuldaki hocası Şemsi Efendi’den aldığı o günün koşullarındaki modern eğitimden pek bahsedilmez. Oysa Atatürk’ün düşünce yapısının gelişiminde ve sonraki tercihlerinin gerçekleşmesinde, Şemsi Efendi’nin çok etkili olduğu ve Atatürk için iyi bir rol model oluşturduğu kanısındayım.

Genç Şemsi Efendi, İstanbul Darülmuallimi’nde hocalık eğitiminden sonra memleketinde yeni yöntemlerle eğitim yapmak üzere okullar açmış, ancak bu okullar ‘gavur usulünde ders okutuyor’ gerekçesiyle basılarak, harabeye çevrilmiştir. Olaylardan yılmayan Şemsi Efendi kendi evinin altında eğitimi sürdürmüş, buranın da basılması ile geceleri öğrencilerinin evine giderek derslerine devam etmiştir. Yetiştirdiği öğrencilerin bir yarışmada Selanik’in tek büyük okul olan Rüştiye mektebi öğrencilerini her alanda geçmeleri sonucu, hükümetin himayesinde okul yeniden yapılandırılmıştır.

Selanik Askeri Ortaokulu’nun çoğu subay iyi bir öğretim kadrosu vardı ve bu öğretmenler kişisel gelişimine önemli bir katkı sağladı. Buradaki dersler ağırlık sırasına göre şöyleydi: Türkçe, Arapça-Farsça, matematik-fen, Fransızca, uygulamalı ve sosyal dersler… Matematik Öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Bey genç Mustafa’ya ‘bilgi ve erdem bakımından olgunluk, yetkinlik’ anlamına gelen ‘Kemal’ adını vermiş, Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Bey ise özellikle ‘özgürlük’ konusunda düşünce yapısını etkilemiştir. Çavuş rütbesine yükseltilen ve arkadaşlarına karatahtada ders vermeye başlayan Mustafa Kemal, bu okulu 4. sırada tamamlamıştır.

Tavsiye üzerine Kuleli yerine Manastır Askeri Lisesi’ni (İdadi) tercih eden Mustafa Kemal'in tarihe olan merakını burada Kolağası Mehmet Tevfik Bey (Bilge) güçlendirmiştir. Bu okulu tam notla ikinci olarak bitiren Mustafa Kemal, ardından üniversite düzeyindeki İstanbul Kara Harp Okuluna (Harbiye Mektebi) girdi ve 1902’de buradan teğmen rütbesi ile mezun oldu. Aynı yıl yine İstanbul’daki Harp Akademisine (Erkan-ı Harbiye Mektebi) girdi ve 1905’te Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu.

Harbiye yıllarında Fransızca öğretmeni Necip Asım Bey ve Talim öğretmeni Rahmi Paşa’dan etkilenen Mustafa Kemal’de vatan, millet, Türklük gibi düşünceler daha da olgunlaşmış, bunları arkadaşlarıyla paylaşmış, daha çok insana ulaşabilmek için gazete çıkarma girişimi olmuştur. Ülkenin en modern eğitim kurumunda savaş sanatının yanında siyaseti, devlet adamlığını, bilimsel ve mantıksal düşünmeyi, iletişim ve empati kurmayı, hızlı ve etkili çözümler üretmeyi ve kanımca en önemlisi, karşıt kavramları bir araya getirerek sentezler oluşturarak bunları geliştirmeyi öğrenmiştir.

Atatürk’ün Sentezlerinden Bazıları

Savaş ve Barış

Savaş sanatını çok iyi bilen Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nda eşsiz zaferler elde ederken, kalıplara bağlı kalmayıp, yeni savaş taktikleri geliştirmiştir. “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır” ile dile getirdiği, önceden uygulanmamış yöntem ile başarı elde etmiştir. Ancak diğer taraftan savaşın ne kadar insanlık dışı olduğunu yaşayarak öğrenmiş, “Millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir” sözleriyle bunu dile getirmiştir. Bağımsızlık ve özgürlük tehlikeye düştüğünde ise savaş zorunludur: “Özgürlüğünü ve bağımsızlığını korumak yolunda savaş vermeyi bilmeyen uluslar için yaşama hakkı yoktur. Bu uğurda savaş gereklidir.”

Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada ‘Yurtta barış, dünyada barış’ anlayışının egemen olması için çaba sarf eden Atatürk’ün barış anlayışı, gerçekçi, akılcı, insancı ve uygarlıkçıdır; ama hayalci, teslimiyetçi değildir. Bir milletin barış içinde yaşaması için kendinin savunacak güce ve iradeye sahip olması gerektiğine, barışın ancak güçlü olmakla korunabileceğine inanmıştır.

İnsanları sinek gibi gören ve küçük maddi çıkarları uğruna kitle ölümlerine yol açan emperyal güçlere hem Gelibolu’da hem Anadolu’da “Dur” diyen Mustafa Kemal, daha sonra bu ülkelerle barışa dayalı çok iyi ilişkiler kurmayı başarmıştır.

Cumhuriyetin kurulmasından dokuz ay önce, 26 Şubat 1923’te Amerikan Senatosu oturumunda okunan mesajı şöyledir: “Büyük Amerikan Ulusuna - Siz zulüm ve zorbalığı kendi vatanınızdan uzaklaştırdınız. Siz, uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra kendi özgürlük ve bağımsızlığınızı kazanarak halk egemenliğine dayanan demokratik bir devlet ve güçlü bir uygarlık kurdunuz. Yer kürenin diğer tarafında diğer bir ulus var ki, o da aynı özgürlük, aynı bağımsızlık ve aynı demokrasi uğrunda mücadele ediyor, kan döküyor. Bu ülkünün arılık ve yüceliğine karşı düşüncelerinizi yanıltmak istiyorlar. Bu propagandayı yapanlar, ya bir takım cahil tutucular veya yeni kazandığımız özgürlüğü kaldırmak ve bizi ondan mahrum etmek isteyen gizli ve açık düşmanlarımıza alet oluyorlar. Yalanlara ve iftiralara inanmayınız. Özgürlük ve bağımsızlık uğrunda savaşan ve tıpkı sizler gibi dünyada ilerleme ve adaleti sağlamak için samimi bir surette mücadele eden Türk halkına kalbinizi açık bulundurunuz.”

Kurtuluş Savaşı’nda karşımızdaki asıl düşman olan İngiltere ile de sonradan iyi ilişkiler kurmasını bilmiştir, AtatürkTürkiye ile İngiltere arasındaki düşmanlığı dostluğa dönüştüren Kral Edward’ın ziyaretinin öyküsü kısaca şöyle:

17 Haziran 1934’te İran Şahı Rıza Pehlevi onuruna verilen resmi ziyafetin ardından Ankara'daki İngiliz Büyükelçisi Sir Percy Loraine’in de katıldığı bir poker partisinde; Atatürk Büyükelçi’ye “İngiltere ile aralarında bir dostluk kurulmasını dilediğini, işbirliğini geliştirmek istediğini, İngiltere’nin eğer bu dostluğu istiyorsa, Türkiye’ye bu isteğini açıkça belli etmesini arzu ettiğini” söyler.

1935 Ekim’inde İtalya’nın Habeşistan’a (bugünkü Etiyopya) saldırması, İngiltere’yi Türkiye ile ittifaka yönlendirir. 1936 Temmuz’unda Atatürk İngiltere’ye uzun vadeli bir ittifak antlaşması teklif eder. Sir Loraine “Hükümetim durumun günden güne yumuşaması dolayısıyla bu tedbirlere lüzum görmüyor” yanıtını iletince, sadece yaşadığı günü değil, yıllar sonrasındaki olayları da net bir şekilde görebilen Atatürk’ün kaşları çatılır: “Hükümetinize lütfen yazınız Sayın Büyükelçi; tehlike vardır, büyümektedir. Avrupa semaları üzerinde kara bulutlar her gün daha ziyade yoğunlaşmaktadır. Benim değerlendirmelerime göre dört-beş seneye varmayacak, İtalya ile Almanya birleşip başımıza İkinci Dünya Harbi'ni çıkaracaklar.” (3 yıl 2 ay sonra İkinci Dünya Savaşı başlayacaktır.)

1936 yılında Kral Edward bir gezi planlar ve Büyükelçi Loraine’in ısrarı sonucu gezi programını uzatarak, Atatürk’ü ziyaret etmeyi kabul eder. 4 Eylül 1936 günü Nahlin adlı yatından küçük bir motorla ayrılan Kral’ı rıhtımda elini uzatarak Fransızca “Safa geldiniz Majeste” diyerek karşılar, Atatürk… İki gün boyunca karşılıklı verilen resepsiyon ve davetlerle Kral Edward ve Atatürk arasında yakın bir dostluk kurulur. Kral’ın üç ay sonra sevdiği kadınla evlenebilmek için tahttan feragat ettiğini açıklaması üzerine Atatürk mesajında, “Majestelerinin günlerden beri heyecanla izlediğim olaylarla ilgili yüce kararını sınırsız, içten bir üzüntüyle öğrendim.” diyecektir.

Kral Edward ise 1951’de Windsor Dükü imzasıyla yazdığı anılarında “çağımızda yaşanan ve tek kişi tarafından başarılan toplumsal ayaklanmalardan birini ülkesinde gerçekleştiren bu acımasız devrimci askeri inceleme fırsatı buldum. Almanca anlaştık. Devlet yönetiminde dinin etkisini nasıl kırdığını (laikleşme); fesi kaldırdığını, haremleri kapattığını ve Türk kadınlarına oy hakkını vererek onları nasıl özgürleştirdiğini anlattı.” diye yazar.

Atatürk ve silah arkadaşlarının Kurtuluş Savaşı ile emperyal güçlere “Dur” demelerinin ardından, sadece Türk toplumunda değil, özellikle Doğu toplumlarında da çok hızlı bir gelişim yaşanmıştır. 1922-1928 yılları arasında Türkiye’de yaşayan, Temps Gazetesi yazarı Paul Gentizon’a göre, Avrupa’nın yüzyıllar boyunca, güçlükle elde ettiği değişikliği, Mustafa Kemal dünyada eşi olmayan biçimde 5-6 yılda tamamlamıştır. Kemalist reformların İslam’da batıl inançların tümü ile kaldırılması anlamına geldiğini; İran, Afganistan, Suriye, Mısır, hatta Arabistan’ın derin bir evrime girdiğini dile getiren Gentizon, Atatürk’ü yalnız Türkiye’nin değil, Doğu’nun öncüsü saymış, yazdığı kitaba bu nedenle ‘Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu’ adını vermiştir.

Bilmek ve İnanmak-Bilim ve Din

İnsanlar yaşamları boyunca iki zıt kavramdan birine yaklaşırken, diğerinden uzaklaşabilir ve bu eylem o insanın yetkinlik düzeyini etkiler. Atatürk’ün yetkinleşmesinde bilme eylemini, yani bilimi seçerken, ‘sorgulamaksızın inanma’ eyleminden tamamen uzak durmuştur. Bilimin ve bilimsel düşüncenin değerinin farkına vararak, ‘En gerçek yol gösterici’ olarak bilimi seçmiş, araştırarak gerçeğe ulaşma yetisini geliştirmiştir.

Din gibi bir inanç konusuna bile ‘bilimsel’ yaklaşan Atatürk, en etkili cephanenin ‘bilgi’ olduğu bilinciyle, savaş meydanlarında bile, cephane sandıkları içinde taşınan kitaplardan İslam tarihini araştırmıştır. Dinler, özellikle de İslam Dini konusunda son derece derin ve gerçekçi bilgilere ulaşarak, uygulanan değil, Kuran’daki ‘Gerçek İslam’ı, akıl ve bilimle harmanlayarak harika bir sentez geliştirmiştir. Bu sentezi, 16 Mart 1923’te, henüz cumhuriyet ilan edilmemişken, Adana’da esnaf ve sanatkarlara yaptığı konuşmasındaki şu sözlerinin, çok iyi özetlediğini düşünüyorum:

“…Özellikle bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçüyle hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın çıkarına uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur… …Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın örtüştüğü bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olmazdı… …Bazı kimseler çağın gereklerine uymayı kafir olmak sayıyorlar. Asıl küfür, onların bu düşüncesidir… …Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, beyinledir”.

Atatürk’e göre cumhuriyet, demokrasi ilkesinin en çağdaş ve en akılcı uygulamasını sağlayan hükümet biçimidir. Gerek cumhuriyetin gerekse demokrasinin gerçek anlamda var olabilmesi için olmazsa olmaz ilk koşul ise laikliktir. “Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir” diyordu, Atatürk.

İnsanların diledikleri inanca ya da inançsızlığa sahip olma özgürlüğü olan laiklik, düşünce ve ifade özgürlüklerinin de temelidir. Gerçek Müslümanlık da ancak laik bir ortamda olasıdır. Mısırlı modern düşünceli din alimi Muhammed Abduh’un “Batı’ya gittim, İslam’ı gördüm, fakat Müslümanlar yoktu. Doğu’ya gittim, Müslümanları gördüm, fakat İslam yoktu” cümlesiyle ifade ettiği, tam da budur. Atatürk’ün Kuran’ı Türkçeye çevirmesi için görevlendirdiği ve Abduh’un birçok eserini Türkçeye çeviren Mehmet Akif’in “İnkılap istiyorum ben de, hem de Abduh gibi” derken kastettiği şey, dogmatik, akıl ve bilime aykırı, İslam dininin temeli olan Kuran’la çelişen kalıplardan ve geleneklerden kurtulmamız gerektiğidir.

Kimileri Atatürk’ün 1937’de söylediği tek bir cümleyi cımbızlayıp, üzerine film yaparak, onu bir dinsiz gibi gösteriyor. Oysa, İslam Dini ve tarihi konusunda son derece bilgili olan Atatürk, ‘Gerçek İslam’a ve gerçek din adamlarına çok saygılıydı, gerçek din adamları da onu sevdi. Halkın dinini aracısız öğrenebilmesi için Kuran Türkçeye çevrilmeliydi; önce Mehmet Akif, ardından Elmalılı Hamdi’yi görevlendirdi. Tekke ve zaviyeleri kapattı, ama 1931’de Konya’da bir Mevlevi ayininin ardından şunları söyledi: “Ne yazık ki biz bu ibadet yerlerini kapattık. Halkı kandıran cahil din adamlarından, zavallı vatandaşları kurtarmak için yaptık. Keşke her dini hareket böyle ulvi gayeli olsa idi.”

Hafız Yaşar Okuyan da anılarında, Ayasofya’da Yerebatan Camisi’nde ilk kez okuduğu, çok kalabalık olunca, bir hafta sonra Sultan Ahmet Camisi’nde tekrarladığı Türkçe Kuran ile Atatürk’ün nasıl bizzat ilgilendiğini ve halkın yoğun ilgisini anlatmıştır.

Yunanlı Araştırmacı Christos Retoulas’ın hipotezine göre Atatürk Melami idi ve mürşidi Abdülkerim Paşa’ydı. Retoulas’a göre, Cumhuriyet kurulurken kapatılmayan Melamilik, bir tarikat değil; zikir töreni ve özel kıyafeti olmayan bir sohbet yoluydu ve Atatürk 18 Mayıs 1911’de Abdülkerim Paşa’ya Gelibolu’dan gönderdiği mektupta kendisini ‘Selanik Meydan Dedesi, bu fakir Kemal’, Abdülkerim Paşa’yı da ‘Kutbül-aktap’ (en büyük veli) olarak adlandırmıştı; İstiklal Savaşı başında yazılmış bir diğer telgrafta ise Abdülkerim Paşa Atatürk’ten ‘Kutbü’l-aktab’ diye bahsediyordu. Atatürk Nutuk’ta, Kerim Paşa ile 27/28 Eylül, gece yarısından önce saat 23.00’te başlayan ve sekiz buçuk saat süren görüşmesinde, yazışmaya “Kerim Paşa Hazretleri’ne ‘Kutbü’l-aktab’ deyiniz, anlar” diye başladığını bildiriyor. Önceki Diyanet İşleri Başkanlarından Prof. Dr. Süleyman Ateş’e göre, “Kutub, velilerin başı sayılan büyük velidir. İslâm tasavvufunda dört kutub olduğuna inanılır. Bunların başı olan en büyük kutba ‘kutbul-aktab’ denilir.”

Hangi dinden olursa olsun, gerçek dindar, okur, araştırır, aklını kullanır; dinin öğütlerini zamanın koşullarına uyarlar, inancını bilgiyle pekiştirir. Laiklik, felsefe, bilim ve hoşgörüyle sentezler oluşturur. Dini çıkarlarına alet eden sahtekar yobazlar ise okumaya, araştırmaya ve düşünmeye karşıdırlar. Atatürk’ün laiklik anlayışını, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da ve dünyanın birçok bölgesinde yaşanan sorunlara en etkili çözüm yolu olarak görüyorum.

Realizm ve İdealizm

Hem 'idealist', hem de 'realist' (gerçekçi) olan Atatürk bu zıtlıklardan da bir sentez oluşturmuştur. Yüce ideallerine ulaşmak için 'realist' gibi davranmış; birçok arkadaşı gibi, dogmalara, kalıplaşmış düşüncelere takılıp kalmamış veya gerçekleşmesi olanaksız hayallere kapılıp gitmemiştir. İdealleri ile gerçekleri harmanlayıp, bir pragmatist gibi yararlı bir 'sentez' oluşturabilmiştir...

Ne kadar gerçekçi ve akılcı olursa olsun, idealist yönüyle gelecekten umutludur, Atatürk... “Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak, daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen engelleri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak; yerlerini uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır.”

Daha çok sayıda sentez var, Atatürk’ün geliştirdiği. Örneğin, seçtiği ekonomik model kısmen liberal, kısmen devletçi, kısmense sosyalist özellikler taşır. Hem düşünce hem eylem insanıdır; hem milliyetçi, hem de hümanist...

Türkiye’de Bugün Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Yolları

Türkiye’de bugün yaşadığımız sorunlar, 1920’li yıllarda yaşananlara çok benziyor… Atatürk’ün 24 Nisan 1920, Meclis konuşmasından: “…düşmanlarımız kendi ihtiraslarını bizim yok olmamızla sağlamak için, ellerindeki güçlerden hiçbirini kullanmıyorlar. Tam tersine, amaçlarına ulaşabilmek için keşfettikleri en kuvvetli araç, bizi birbirimize çarpıştırmaktan ibaret...”

6 Mart 1922, Meclis’teki gizli oturumdan: “Türkiye’nin, Türk halkının nasılsa başına geçmiş olan birtakım insanlar, galip düşmanlar karşısında, susmaya mahkummuş gibi, Türkiye’yi atıl ve çekingen bir halde tutuyorlardı… ...Türkiye’yi böyle yanlış yollarda boğulma ve yok olma uçurumuna sürükleyenlerin elinden kurtulmak gerekir. “

Atatürk gereksinim duyduğumuz çözümü, 1931’de Vakit Gazetesi’ne verdiği demeçte belirtmiş: “Ulusun tarihinde bazı dönemler vardır ki belirli amaçlara erebilmek için maddi ve manevi ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı yöne yöneltmek gerekir... Ülkenin ve devrimin içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması gereklidir.”

Türkiye bugün dindar-laik, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, ulusalcı-liberal gibi farklı kutuplara ayrılmış durumda... Yaşanan karanlık tablodan çıkmanın yolu; Atatürk'ün idealleri doğrultusunda, gerçekçi bir yaklaşımla, akıl ve bilimin yol göstericiliğinde, bizden farklı düşünenlerle empati kurarak, toplum yararına ve ortak akılla, orta yolları, grinin tonlarını, yani 'sentezleri' bulmaktan geçiyor. Emperyalizme karşı bizleri yeniden birleştirecek tutkal, ileriye ve yukarılara taşıyacak araç, Atatürk ilke ve devrimleridir.

Milliyetçi ve cumhuriyetçi güçleri Atatürk şemsiyesi altında, toplumun en geniş kitlesini kucaklayacak, ‘sentez bir cumhurbaşkanı adayında birleşmek’ harika bir başlangıç olur.

Editör: Haber Merkezi