James Joyce’un ünlü eseri Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde, genç kahraman, günlüğüne şöyle yazar: “Ey yaşam, hoş geldin. Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını.”

Bu söz, yaratmanın, cesaret gerektiren bir eylem olduğunu da ifade eder.  Rollo May’e göre, yaratıcılık; en basit şekliyle, ölü biçimleri, tükenmiş sembolleri ve yaşamını yitirmiş mitleri feshedip atmak demektir. James Joyce’un metaforunu yorumlayan Rollo May, yaratmanın; bütün bunları insanın kendi ruhunun örsünde dövmesi kadar zor ve çözülmesi büyük cesaret gerektiren bir bilmece olduğunu dile getirir.

Yeni bir dünyanın yapısını biçimlendirmeye yardım etmenin gerçekliğinde, derin bir yaratma coşkusu bulunur. Bu, yaratıcı cesaretin ta kendisidir ve henüz yaratılmamışları yaratabiliyor olmanın derin heyecanını da içinde taşır.

Yaratıcı süreç, yepyeni biçimler, tarzlar, semboller için duyulan bir tutkunun dışavurumudur. Parçalanmaya, dağılmaya, yok olmaya karşı bir mücadeledir yaratıcı süreç. Uyum ve bütünleşmeyi doğuracak olan yeni varlık türlerinin varoluşa getirilme mücadelesidir.

Dolayısıyla bu mücadele, kendi içinde de zorlu, çetin ve sancılıdır. Ayak basılmamış bir toprağa girmek, kimsenin yol göstermediği bir ormana dalmak gibidir. “Geleceğe doğru yaşamak, bilinmeyene doğru sıçramak” demektir. Sanatçı, yaratım yoluyla bu cesaretini insanlığa sunan kişidir.

Yaratma cesaretinin ve dolayısıyla ölüme başkaldırıdaki o trajik duruşun gereksindiği ortam, özgürlükler ortamıdır. Bireysel ve toplumsal özgürlüklerin olmadığı ya da sınırlandırıldığı ortamlarda, yaratıcı eylemin canlılığını yitirdiğini, renklerinin solduğunu, sesinin kısıldığını gözlemleriz. Sanatın soluk alabildiği tek atmosfer, özgürlükler atmosferidir.

Sınırlandırmaların, yasakların, dayatılan kalıp ve şablonların egemenliğindeki sanat soluk alamaz, yaşayamaz. Uygun ortamı bulamadığında pek çok sanatçı, kendi kabuğuna çekilerek, anlaşılmazlığı veya yapıtını toplumla paylaşmamayı yeğler ya da koşullara teslim olarak; kendini aşma, yepyeni yaratımlara yönelme yerine, klişeleri yinelemeye başlar. Bu durum,  onun kendini tüketmesidir ne yazık ki…

Yaratma sürecinde, dış baskıların sanat ve sanatçıyı nasıl ve ne denli körelttiği, bilinen bir gerçektir. Kaçış, sürgün, sığınma, kendi iç dünyasında kaybolma, yazmayı ya da üretmeyi reddetme şeklinde süren bu dramatik durum, ancak zorlu bir mücadele ve direnme süreciyle birlikte ve dış baskıların sona ermesiyle ortadan kalkar.

Sanatçıyı sınırlandıran, onun yaratma özgürlüğüne engel olan daha vahim bir etmen,  iç dünyasında yaşadığı kaotik durumdur. Kendi kendini sınırlayan, kendi yaratma özgürlüğüne bilinçli ya da çoğu kez bilinçsizce set oluşturan sanatçılar da vardır. Bu türden içsel bir engelleme, çoğu kez dış baskı ve kısıtlamalar sonucunda oluşur; ancak onlardan çok daha dirençlidir ve aşılması hayli zor bir meseledir. Carl Gustave Jung’un bir sözünü anımsıyorum: Gölgesi tarafından ele geçirilen bir insan, daima kendi ışığını keser ve kendi tuzağına düşer.”

Sanatçılar, gölgelere teslim olmayıp kendi iç ve dış özgürlüklerini kurabildikleri ve özgürlüğün ışığını, yarattıkları sanat yapıtlarında yansıtabildikleri oranda toplumu adım adım ileriye taşırlar. Sokrates’in dediği gibi, “sorgulanmayan bir yaşam, yaşanmaya değer değildir” ve toplum- yaşam sorgulamasını en etkili biçimde gerçekleştiren; toplumu, insanlığı daha ileriye götüren kişiler; özgün, özgürleşmiş, cesur ve ölümsüz sanatçılardır.  Selam olsun onlara…