Açlık sınırı 12 bin 198 TL’ye yükseldi, asgari ücret açlık sınırının altına düştü. Yoksulluk sınırı 40 bin TL. Ülkenin en az yarısı açlık sınırının altında yaşam sürüyor, geri kalan önemli çoğunluk ise yoksulluk sınırının altında! Önümüzdeki yıl ekonomik tablonun işçi ve emekçiler için daha vahim olacağı açık. Tükettim maddelerine gelen zamlar yetmiyor bir de kıdem tazminatı gibi kazanılmış haklar gasp edilmek isteniyor.

Çalışma koşulları, yaşam işçi ve emekçiler için katlanılmaz bir hal alıyor. Sermaye düzeni işçi ve emekçilere karşı fütursuzca saldırıyor. Bu fütursuzca saldırıların nedeni ise işçi ve emekçilerin önemli çoğunluğunun örgütsüz olması. Türkiye’nin kuruluşundan itibaren ama özellikle AKP ve Cumhur İttifakı döneminde işçi ve emekçilerin örgütlenmeleri büyük oranda dağıtılmış veya yozlaştırılmıştır. Türkiye’nin yüzüncü yılı vesilesiyle sürdürülen tartışmalar, işçi-emekçiler ve onun örgütlenmelerinin tarihi açısından ne yazık ki, güdük kalmış/bırakılmıştır.

Oysa her dönem farklı biçimlerde kendisini gösterse de kuruluş yıllarından bugüne işçi ve emekçi örgütlenmeleri sermaye düzeni için ilk hedef olarak belirlenmiş, yüzyıl bunun üzerine inşa edilmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinin ekonomi politiği açısından kıymetli bir eser olan Türkiye Üzerine Tezler kitabında Yalçın Küçük, tarihsel olarak sendikal örgütlenmelere karşı devletin tutumuna dair dikkat çeken tespitler ve alıntılarda bulunuyor.

Kurtuluş Savaşı ile birlikte Cumhuriyet döneminde sürekli olarak kullanılan yöntemlerden birisi olan işçi sendikalarının başlarını satın alma ya da "mutemet" kimseleri getirme yönteminin, İttihat ve Terakki döneminin bir "keşfi" olduğunu ifade eden Küçük, “Jöntürkler, sendikal hareketi kendi ellerine alabilmek için her çareye başvurdular. Bu amaçla milliyetçi yarı mesleki örgütlere para yardımı yaptılar; birçok sendikanın yönetimine de işveren ya da onların ajanı türünden 'kendi adamlarını' getirerek yan-resmi örgüt haline çevirdiler." demektedir.

Bugün de sendika başkanlarına çakarlı araç imkanından, sendikaların şube ve merkezlerinin lüks binalara taşınılmasına uzanan bir takım yozlaştırma hamleleriyle  birlikte, Türk Metal sendikası gibi  örgütlenmeler devlet eliyle beslenmeye devam ediyor. “Sol” ile özdeşlemiş sendikaların ise bürokratik aygıtlarca kuşatıldığı çok açık. Sendikacılığı bir meslek haline getirerek “profesyonel sendikacılık” adı altında, işçi ve emekçilerin yaşam koşullarından kopan, ilk seçildiğinde “makama” oturduğunda işçi olsa da giderek “işçilikten uzaklaşan” kesimlerce sendika yönetimleri zapt edilmiştir.

1930’lu yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nden gelen uzman bir heyet Türkiye’ye sendikalara ve işçi örgütlenmelerine karşı yardım için "iktidar, işçi örgütlerinin yönetim kadrolarına işçi sınıfı ile ortak hiçbir yanı olmayan avukat, mühendis gibi kimseleri atamaya başlaması” önerisinde bulunmuştur. Yalçın Küçük’ten alınan bu tespitle birlikte, bugün “sendika yönetici” profilinin uzun yıllardır sermaye düzenince arzulanan bir biçimi aldığını görebiliyoruz. Örneğin işçi olmayan, fabrika yaşamını dahi görmemiş kişilerin, sendikaların örgütlenme uzmanlığı gibi görevlere getirildiği, hatta neredeyse tamamının işçi olmayan çevrelerce oluşturulduğu bilinmektedir.

Örgütlerin bu yozlaştırılması ile birlikte, 1947 yılında işçi ve işveren sendikaları yasasının bugün gelinen noktayla benzerliğine de ayrıca dikkat çekmek gerekiyor. Yalçın Küçük o dönemi şöyle aktarıyor:  Grev hakkı yok. Grev hakkı olmadığı gibi sendika yöneticisi ve temsilcilerinin hiçbir iş güvencesi mevcut değil. Grevsiz ve güvencesiz sendika düzeninde sendika yöneticilerine düşen en önemli görev, 1936 tarihli İş Yasası'nın getirdiği mecburi uzlaşma sistemi içinde işçiyi hakem kuralarında temsil etmek oluyor. İşçi, sendikasız da hakem kurullarında hakkını arayabileceği için, sendikanın başarılı olması, bu temsil de göstereceği ustalığa bağlı oluyor. Bir yandan patronun husumetini fazla çekerek kolaylıkla işsiz kalma, diğer yandan, işçinin hakkını hakem kurallarına götürüp savunarak işçinin güvenini kazanma, bu dönemin sendika yöneticileri üzerinde önemli iz bırakıyor. Bugün de kullanılan ‘1947 Sendikacısı’ deyimi, belki de, en çok bu izi yansıtıyor. Bugünün sendika yöneticilerinin önemli bir bölümü, ‘1947 Sendikacısı’ izini taşıyor.

Bugünün sendikacıları içinde “1947 sendikacıları” desek abartmış olmayız. Grev ve toplu sözleşme hakkını, “hakem kurulu” gerekçesiyle doğrudan sendikaların yonttuğu düşünülürse, gerçekten bu ifade abartılı olmayacaktır. Sendikalar ve sendikalı işyerleri öyle bir hale gelmiştir ki işçilerin, örgütsüz işyerlerine göre eylem yapma hakkı çok daha kısıtlıdır! Sermaye düzeni, sendikaları önemli oranda hak arama merkezlerinden çıkararak, işyeri hiyerarşisine katmış, olası eylemleri engellemek, işçileri yönetmek için sendikaları aparat haline getirmiştir. Örneğin farklı işkollarında işçilerin birliği için inşa edilen konfederasyonlar, işçinin birliğine karşı merkezi denetim aygıtı haline getirilmiştir.

BİRTEK-SEN, TARIM-SEN, Bağımsız Maden İş gibi konfederasyonlara bağlı olmayan sendikaların, işçi ve emekçilerin eylemselliği açısından son yıllarda öne çıkmalarının bir sebebi de  “bağımsız” oluşundan veya refleksif olmasından kaynaklanıyor.

Elbette burada bağımsız olmayan, konfederasyon üyesi tüm sendika ve örgütlenmeler böyledir denilmiyor. Ancak önemli oranda durum budur. Bağımsız sendikalara dikkat çekme nedenimiz ise bazı çevrelerin iddia ettiği gibi “yetkili” sendikaların artık dönüştürülemez olduğu, önemli bir araç olmaktan çıktığı yönünde bir anlayış da değildir. Sendikaların işçi ve emekçilerin iradesiyle sınıf sendikacılığı hizasına çekilme olasılığı her zaman vardır, güçlüklerine rağmen olması gereken de budur. Özellikle sendikal bürokratlarca “yetkisiz sendikalar” denerek küçümsenen bağımsız sendikaların ise bugün işçi ve emekçilerin ihtiyacını daha hızlı karşılayabildiği, bürokrasiye takılmadan hareket ettiği de kabul edilmelidir. İşçi ve emekçilerin dönemsel olarak belirginleşen bu özelliği-deneyimlerini birbirine alternatif görmek yerine nasıl kaynaştırılarak üzerine kafa yorulmalıdır.  Yazının başında ifade ettiğimiz gibi işçi ve emekçilerin daha vahim ekonomik tabloyla karşı karşıya kalmaması için bu ve benzeri tartışmaların sürdürülmesi gerektiği ise su götürmez bir gerçektir.