Adamcağız, kendisine gösterilen saygıdan ve sağlanan olanaklardan o kadar memnun kalmış ki, Türk vatandaşlığına geçmeye karar vermiş. Bir süre sonra, Türk vatandaşı olarak maaşını almaya gittiğinde bir de ne görsün: Alacağı para eskisinin dörtte birine inmemiş mi! Ankara o zaman küçük bir kasaba, herkes herkesi tanıyor.
Adamcağız da aynı mahallede oturan Millî Eğitim Bakanı’nın kapısını çalmış, başına gelenleri yana yakıla anlatmış: “Ben bu kadar az parayla nasıl kitap alırım, inceleme gezilerine çıkarım, yabancı yayınlara abone olurum, hizmetçi tutarım, yemekler veririm, nasıl yaşarım?”
Bakan sakince dinlemiş ve hafiften gülümsemiş: “Eee, Herr Profesör, siz Türk olmayı kolay mı sanmıştınız?”
Emekli büyükelçi Volkan Vural’ın nice hikâyelerle dolu anı kitabını okuduktan sonra ona “Eee, Monşer, siz Türk diplomat olmayı kolay mı sanmıştınız!” demeyi planlıyordum.
Ama tam tersine, sonunda: “İyi ki sizin gibi monşerler vardı!” demek zorunda kaldım.
Bir diplomat yetişiyor
Genç kuşaklar bilmezler, bir zamanlar “Hariciye” mensuplarına, aralarında zaman zaman Fransızca konuştukları ve birbirlerine “moncher” diye hitap ettikleri için “monşerler” denirdi. Gerçekten, Cumhuriyet sonrasının hariciyecilerinin çoğu Galatasaray Lisesi ve diğer Fransızca okutulan liselerden mezun oldukları için bu yaftanın bir anlamı vardı. Robert Kolej gibi İngilizce öğretim yapılan okullardan gelenlerin Dışişleri’ne girmesi 1960’lardan başlar.
Kuşkusuz bunda Amerika’nın dünyanın başoyuncusu olmasının da etkisi büyüktü. Devleti yurtdışında temsil etmek için seçilen bu “seçkin” memurların bir özelliği de hemen hepsinin Mülkiye’nin Hariciye şubesini bitirmiş olmalarıydı. Devre arkadaşım Volkan Vural, işte bu son gruptandı. Yani Fransızca değil, İngilizce bilip Mülkiye’den mezun olanlardan…
Yedek subaylık kurası bizi bir araya getirdi. Şişli’de bodrum katı bir daire tutup, Haramidere’de bir ortak askerî üstte tercümanlık yaptık. İstanbul Hukuk Fakültesi’nin yanı sıra Beyoğlu Sanat, Kültür ve Bohemlik Fakültesi mezunu olarak onu yurtdışı görevlerine hazırlamaya çaba gösterdim! İyi yetiştirmişiz ki, meslek hayatı boyunca dünyanın en civcivli yerlerinde bir numaralı Türk diplomatı olmayı başardı! Ve sonunda, önemli kamu görevi yapan herkesin yapması gereken şeyi yaptı: anılarını yazdı. (Olağanüstü ve Tam Yetkili: Bir Büyükelçinin Belleğinde Kalanlar, Doğan Kitap, Mayıs 2025)
Sürekli savunma
Uzun yıllar akademisyen ve gazeteci olarak yurtdışında yaşamış biri olarak bilirim: Oralarda Türk olmak kolay değildir. Karşınızdaki insanların çoğu, üzerlerinde cehaletin mintanı ve sırtlarında önyargının bagajıyla gelmişlerdir. Bu tür insanlarla anlaşmak (uzlaşmak anlamında değil, iletişim kurmak anlamında) fevkalade zordur. Çünkü ne cahil olduklarının farkındadırlar ne de sırtlarında ağır bir bagaj taşıdıklarının...
Anlıyorum ki, güler yüzlü, sabırlı, espri dolu ve romantik bakışlı arkadaşımın hayatı, bu gibi tiplerle de boğuşarak geçmiş. İyi ki çekirdekten diplomat eşi Gülperi yanındaymış! Zor iştir yurtdışında Türk diplomatı ve yurtsever Türk aydını olmak! Sizi sürekli savunmada kalmaya zorlarlar.
Hep siz en kabahatlisinizdir. Yakın geçmişte kocaman bir kıtanın yerlilerini yerküreden silmiş ve günümüzde başka gariban insanları yok etmek için milyarları yağdırmış olanlar, bir takım afaki iddialarına sizden savunma beklerler…
İç cepheniz de sorunludur. Merkezde ve memlekette derdin biri biterken ötekisi başlar, ekonomik krizlerin ardı arkası gelmez, sonuçta yan yana gelmekten utandığınız insan ve kurumlardan bizzat siz borç istemek zorunda kalırsınız. Entelektüel hayat hoyrat çizgilerle bölünmüştür. Düşünsel planda “katıksız Batı düşmanlığı” ile “itirazsız Batı hayranlığı” arasındaki derin çelişki sizi zorlar. “Yurtta sulh, cihanda sulh” derseniz “pasiflik ve geçmişi inkâr” ile suçlanırsınız; biraz sesinizi yükseltip dış saldırgana “Hop!” diyecek olursanız, Osmanlı’yı hortlatmış olursunuz.
Hedef belli
Volkan ve ben, 1961 Anayasası’nın çocuklarıyız. Cumhuriyet tarihinin o en demokratik ve özgür döneminde (1961-1971) tartışarak öğrendiklerimiz ve o zamandan bu yana yaşadıklarımız, dış politika konusunda bizi benzer sonuçlara itiyor.
Onun sözleriyle aktarıyorum:
“Türkiye, Cumhuriyet ile birlikte çağdaş uygarlığa ulaşma ve onu aşma hedefini benimsemiştir. Bu hedefin tercümesi, Türkiye’nin insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan laik, demokratik bir yapıda ekonomik gelişmesini ve halkının refahını sağlamasıdır. Bu hedef doğrultusunda, ortak değerleri taşıyan Batı ülkeleriyle iş birliği ve ortaklık doğal bir gelişme olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak bu yönelişi bir kısıtlama olarak anlamak yanlıştır. Türkiye, hiç kuşkusuz tarihî mirasına, kültürel bağlarına, soydaşlık ve komşuluk hukukuna sahip çıkarak çok yönlü bir barışçı politika izleme imkânına sahip olmuş ve bu yönde iş birliği modelleri geliştirmiştir.
Bütün mesele, ana hedeften sapmadan ve güvenliği tehlikeye atmadan çok yönlü bir dış politika geliştirme kapasitesidir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye askeri gücü kadar önemli olan ‘soft power’ (yumuşak güç) ile bölgesinde rol model olarak bir çekim merkezi olabilmiştir. Bu ‘soft power’ın temel dayanağı laiklik ilkesi ve tüm eksiklerine karşın demokrasidir.”