Avrupa’da 300 yıldır planı değişmeyen kentler varken, bizde sürekli imar durumu değişen kentler yaşamı etkiliyor. Bu uygulamaları anlamak mümkün değil. Tarlalarda sebze, meyve yetiştirmek yerine yüksek konutlar dikmek tercih ediliyor. Kentsel planda deprem toplanma merkezleri olarak işaretlenen yeşil alanları alışveriş merkezleri, TOKİ konutları dolduruluyor. Gelişemeyen bölgelerde çocuklara nitelikli eğitim verilemiyor. Buralara yurtdışından gelen mafya grupları tarafından az bir para karşılığı tetikçi eğitimi veriliyor.
Bu gidişattan memnun olanlar elbette var. Bunların bir kısmı uyuşturucu, kadın ticareti yapan uluslararası mafya grupları. Yabancı mafya liderleri parasını verip konut alıyor, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını elde ediyor. Sonra Bodrum’da, Marmaris’te hayatını yaşıyor ama İstanbul’a geldiğinde de rakip mafya grubu tarafından öldürülüyorlar.
Mafya düzeni çok uzun zamandır var. 1920’lerin Amerikası’ndaki mafya grupları gibi, Türkiye’de de iyi iş yapan dükkanlara, mağazalara, şirketlere “koruma” adı altında mafya çöküyor. Eski patronlardan birisi siyasal iktidara çok yakındı. Nedeni sorulduğunda şöyle dedi; ya kapındaki mafyaya para vereceksin ya da siyasal iktidara. Mafya cahil, iktidar eğitimli, en azından seni silahlı grupla değil devletin gücüyle korur. Yerinde bir seçim gibi geliyor sanki. Ancak durum öyle değil. Ülkede hukukun üstünlüğü egemen olursa, devletin gücü mafyanın şirketlere, mağazalara çökmesine izin vermez. Bu konu gözardı edilmemeli.
Doğruluk, dürüstlük herkes için hedef olmalı. Siyasette de aynı kurallar geçerli olmalı.
Bir milletvekili diyor ki “Bizim hırsızımız olduğu sürece hırsız muamelesi görmeyecek.” Ne demek yani; hakkında yalan, dolan, rüşvet, hırsızlık işlemi yapılan birisi iktidara “transfer” olduğu zaman dosyaları unutulacak mı? Sistemi, düzeni bozmamak gerekir. Aksi takdirde sahte diplomalar, sahte okullar, sahte “liderler” oluşturulabilir. Bu da doğru gayret yerinde yandan dolaşmayı “meşru” kılabilir.
Bu durumun örneği İtalya’da yaşandı. Güney İtalya’da mafyanın “omerta” yasası vardı. Bu yasanın esası “sessizlik”. Omerta yasası “suç örgütlerine karşı yetkililerle iş birliği yapmamayı, adalete başvurmamayı ve herhangi bir suç veya yasadışı faaliyet hakkında bilgi vermemeyi şart koşar.” Bu yasaya uymayanlara İtalya’da suikastlar yapıldı, savcılar, hakimler bile öldürüldü.
Türkiye’de de “faili meçhul” cinayetler var. Devlete karşı örgütlenenleri açığa çıkartan araştırmacı gazeteci, yazar, öğretim üyelerinin öldürülmelerine tanık olduk. Son yıllarda “kendi aralarında” kıyım yapanlar oldu. En öne çıkan örnek, Sinan Ateş’in öldürülmesi.
Bu olayda “tetikçilerin, azmettiricilerin” avukatı Serdar Öktem de hapse atıldı. Bir buçuk yıl hapiste kaldı, sonra tahliye oldu. Aradan sakin bir yıl geçti. Geçenlerde, 5 Ekim 2025’te Sinan Ateş’in davası ile Sinan Öktem’in davasının birleştirilmesine karar verildi. Ertesi gün Sinan Öktem 5 kişi tarafından ofisinin önünde uzun namlulu silahlarla öldürüldü. Bu rastlantı mı, yoksa sessizlik mesajı mı?
Şu sorunun da sorulması gerek: Türkiye’de gündem bu tür olaylarla meşgul ediliyor, arka planda başka gelişmeler mi yaşanıyor? Konu siyasete gelince ortalık karışıyor.
Ortada bir komisyon var: Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu. Komisyonun İmralı’ya gidip Abdullah Öcalan’ın görüşüne başvurması isteniyor. Bahçeli “Öcalan gelsin Meclis’te DEM grubunda konuşsun” demişti. 7 Ekim 2024 tarihinde. Şimdi iki aylık komisyonun TBMM adına Apo’nun ayağına gitmesi isteniyor. T24’ün haberine göre, bir CHP kurmayı, komisyonun resmi İmralı’ya gidiş kararı alması halinde CHP’nin de resmi karara uyacağını söylemiş.
Geçen salı günü (6 Ekim) DEM Parti’nin Meclis grubunda “biji Serok Apo” sloganı atıldı. Yani “yaşasın lider Apo” veya “Önder Apo çok yaşa” diye bağırıldı.
Bir şeyler dönüyor. CHP mitinglerle kilitlendi, Öcalan dilediğini yaptırıyor gibi. Bize bu Cumhuriyeti, bağımsızlığımızı ABD, AB ve uşakları hafife alsın diye vermediler. Bunu unutmayın!