‘Nesini söyleyim canım efendim?
Gayri düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhâl eylesem yâr deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara hâlini kimse sormuyor
Padişah sikkesi yâr selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim
Sefil irençberin tebdili şaştı
Borç kemalin buldu boyundan aştı
İntikal parası binleri geçti
Dahi doğrulamaz belimiz bizim’
Bu hafta köşe yazıma Aşık Serdari’nin sözleriyle başlamak istedim. Aman içinizden kendi kendinize konuşup farklı anlamlar çıkarıp başımı belaya sokmayınız. Hani ortalama bir tarih vermek gerekirse iki yüz yıl kadar zaman önce Aşık Serdari yirmi kıtalık bir şiir yazmış. Aman yarabbi dedirten sözler. İki yüz yıl önce bu günleri görüp kaleme almış gibi. Tehlikesiz olduğuna ikna olduğum ama emin olmadığım birkaç kıtasını ile başlamak istedim yazıma. Devamını merak edenler her şeyi benden beklemesin açıp okusun efenim.
Konumuz hangi ara, bilmem kaç yüz yıl öncesine gitti diye kendi kendime sorup cevabını sizinle paylaşmak isterim. Aşık Serdari’nin her yazdığı dize sanki günümüzü özetler gibi. Bir üst paragrafta her ne kadar kendiniz okuyun dediysem de bir kaç dizesini yazı içinde sizinle paylaşıp işinizi kolaylaştıracağım.
‘Zenginin sözüne belî diyorlar
Fukara söylerse deli diyorlar
Zamane şeyhine veli diyorlar
Gittikçe çoğalır delimiz bizim’
Sözleri sadece iki tırnak koyarak yazabilirim. Bence devamını yazmama gerek yok, okuyanlar günümüze uyarlayacaktır elbette. Veli’lerin ve delilerin bir birine karıştığı bu dönemde, gökten herkesin başına düşen üç elmadan biri yerine payımıza düşen bin bir türlü şeyhlerden, paşalardan, padişahlardan, Ali kıran baş kesenlerden kıl payı kurtulabilirsek kalan üç beş günümüzü huzur içinde geçireceğiz.
Beni en çok etkileyen ve köşenin asıl konusuna gelirsek.
‘Kefensiz kalacak ölümüz bizim’ dizelerini nerede okusam ya da dinlesem yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gelip geçiyor gözümün önünden. Yazımın yayınlanacağı gün 1999 depreminin yıl dönümü. O tarihte doğanlar bugün tam 26 yaşında. Yirmi altı yıl geçti Gölcük merkezli depremin üzerinden. O büyük depremin ardından 2002 Afyon, 2003 Bingöl, 2004 Ağrı, 2010 Elazığ, 2011 Van, 2020 Elazığ, 2020 İzmir, 2023 Kahramanmaraş ve son olarak ben bu yazımı hazırlarken yaşanan Balıkesir merkezli deprem olmak üzere tam on bir büyük deprem yaşandı ülkemizde. Bunlar elbette sadece hafızamıza kazınan depremler, kazınmayanlar yaşanmamış diye not düşüldü hafızamızın derin dehlizlerine.
Yaşadığımız her depremin ardından büyük büyük yetkililer mikrofonu ellerine aldıklarında deprem ülkesi olduğumuzu, fay hatlarını, yapılması gerekenleri sıralayıp durdu ekranlardan. İstinasız hepsi devletin yanımızda olduğunu, yapılması gereken her şeyin büyük bir özveriyle yapıldığını dile getirdi. Onlar söyledi söylemesine de her yaşadığımız sarsıntıda sayısını dahi net veremedikleri nice canlarımızı kefensiz gömdük yeri yurdu belli olmayan kimsesizler mezarlığına. Bunun ne demek olduğunu sevdiklerinin ölüsünü ya da dirisini bulamayan, acaba kaçırıldı mı diye bir umut bekleyip buna rağmen kimsesizler mezarlığını yurt eyleyen ailelere sormak lazım.
Gölcük depreminde yaşadıklarımızı hafızalarımzda tekrar tekrar canlandırmamıza gerek kalmayacak bir ülkede yaşamanın hüznünü deprem çantamızın içinde son kalan yere tıkıştırdık. Eğer olur da büyük bir deprem yaşarsak yalnız olduğumuzun bilincini bıraktık çantanın içindeki suların yanına. Üç gün ya da beş gün çıkarılamazsak, soğuktan ya da sıcaktan ölebileceğimiz gerçeğine yer ayırdık o minik çantada. Acil durum çantası diye hazırladığımız ve aslında hayatta kalmamızı sağlayacak temel ihtiyaçlarımızın yanına büyük desibelli zurnalar, düdükler ekledik. İletişimin koptuğu, yolların tıkandığı, yardımın gelmediği, Kızılay’ın kan ve çadır sattığı gerçeğini ekledik yanı başına.
Yirmi altı yıl önce de enkazın üstünde olanlar, altında kalanlara yardım etmeye çalışıyordu. Bu kadar yıl sonra 6 Şubat Depremi'nde de insanlar yine kendi göbeklerini kendileri kesmeye çalıştı. Tam yirmi altı yıl önce de vergi ödediğimiz birçok kurum yanımızda değildi, bugün de aynı. Tekrara düşmekten yüzü kızarması gerekenler kızarmadığı için tekrara düşerek devam ediyorum. Yirmi altı yıl önce de toplanma alanlarımız yoktu bu gün de yok. O zamanlarda da bir tane sorumlu istifa etmedi, yargılanmadı, bugün de öyle.
Dün de kefensiz kaldık ey insan evlatları. Bugün de ne yatacak yerimiz ne de sarılacak bir kefenimiz var. Afetler elbet doğaldır fakat yıkımlar sınıfsaldır efenim. Vatan savunması diye söylenen her olayda, derme çatma evlerden şehit diye cenazeleri çıkan gencecik insanlar gibi.
Bugüne kadar yalısı yıkılıp atında kalan birine denk geldiniz mi hiç? Siz hiç oğlu vatan savunmasında ölen milyarder birine denk geldiniz mi efenim? Ben hiç denk gelmedim. Siz hiç lüks dairelere şehit bayrağı asıldığına, ya da lüks dairelerden birinin doğal afet dediğimiz afetlerde can kaybı yaşadığına denk geldiniz mi? Ben gelmedim efenim…
Ben hiç denk gelmedim efenim. Elbet kimse ölmesin, elbette herkesin yaşam hakkı var. Fakat biz neden her doğal afette, her savaşta her patlamada ölen ve kurtarılmayan taraftayız. Biz neden bütün bu sayılı zenginlerin iç çamaşırına, tuvalet kağıtlarına, en temel ihtiyaçlarına, vatan savunmalarına kadar üstlenirken varlığımız bu kadar değersiz. Bizim kazandığımız üç beş kuruşa rağmen gırtlağımıza çöküp vergisini alan yetkililer neden büyük büyük fabrikaların ya da şirketlerin vergilerini siliyor. Biz neden bu kadar şeye rağmen hala susuyoruz efenim.
‘Bir aşka geldikte biz bunu dedik
Üç yüz üç senesi bir sille yedik
Her nereye varsan sahipsiz Gedik
Kime arz olacak halımız bizim’
Ülkücüsü, sağcısı, solcusu, demokratı, anarşisti, kemalisti, komünisti, sosyalisti, dincisi ya da dinsizi, lazı, kürdü, çerkezi, türkü. Hani fikirleri, dilleri dinleri birbirine taban tabana zıt olan bu kadar çok ideolojinin kaybedenleri neden hep sadece savunduğu düşünce için cebinden aidat veren, askere giden, sokakta mücadele eden, derme çatma evlerin gariban çocukları oluyor efenim. Çocuklarını askere göndermeye kıyamayıp bedelli yaptıranlar savaş isteyenlerin en başında halay başını çekip vatansever ünvanını göğüslüyor. Lüks saraylarında keyfe keder yaşayanlar en yüksek perdeden bağırıyor imar affı, kentsel dönüşüm’ diye. Sesleri o kadar yüksek çıkıyor ki, göçük altından ‘sesimizi duyan var mı?’ diye bağıran bizlerin sesi duyulmuyor, sarayların şatafatlı balkonlarından.
Yirmi altı yıl önce neysek hala aynı olmamızın derin üzüntüsü ve isyanı içindeyim. Onca yıldır değişen tek şey Ankara Büyük Millet Meclisinde olan koltukların sahipleri, zenginlerin sayısı ve isimleri. Değişmeyen tek şeyse o koltuklara o insanları oy vererek oturtan bizlerin durumu. Sağı solu fark etmiyor efenim biz artık son bir umut bağırıyoruz ’Sesimizi duyan var mı?’ diye… Sesimizi duyan yok!
Yazının sonunu Serdari’nin yazdığı sözle kapatalım .
‘Serdari halimiz böyle n’olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akibet dağılır ilimiz bizim.’
Kısa çöpün uzun çöpten hakkın aldığı, garibanın fukaranın yüzün güldüğü günler ve güzel yazılarda buluşmak umudu ile…