YAĞIZ BARUT/ İZ GAZETE- Türkiye kamuoyu, geçtiğimiz hafta Perşembe günü Suriye’nin İdlib kentinde şehit verdiğimiz 36 vatan evladının acısı ile yanıp, AKP iktidarının Suriye’de bundan sonra nasıl bir politika izleyeceğine odaklanmış olsa da ülkemizin unutturulmaması gereken en önemli sorunlarından birisi de yargı krizi… Öyle ki 18 Şubat günü, yıllardır hukuki süreci ile değil siyasi süreci ile konuşulan Gezi Davası’nda tüm sanıklar beraat etmiş, aylar öncesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) derhal tahliyesini istediği tek tutuklu sanık Osman Kavala da tahliye edilmişti. 2 yıl 4 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye kararı verilen Kavala’nın, bir gün bile geçmeden ‘15 Temmuz darbe girişimine’ ilişkin bir başka soruşturma kapsamında tekrar tutuklanması Türkiye’de ve dünya kamuoyunda büyük tepkilere neden olmuştu. Gezi Davası’nda beraat kararı veren mahkeme heyeti hakkında ise soruşturma açılması Türkiye’deki yargı krizinin açık göstergesi olarak nitelendirilmişti.

Bu tarihten yaklaşık bir hafta sonra ise İzmir’de gerçekleştirilen ‘Ege, Akdeniz, Marmara Genişletilmiş Baro Başkanları Toplantısı’na 25 şehirden baro temsilcileri katılmış ve toplantı sonucunda bir mutabakat metni yayımlanmıştı. İzmir Barosu tarafından açıklanan mutabakatta, ‘Yürütmenin yargıya doğrudan müdahalesi anlamına gelecek uygulamaların kabul edilemez boyutlara ulaştığı, siyasileşen HSK’nın bağımsız yargıçlar üzerinde bir baskı mercii halini aldığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin en ağır yargı krizini yaşadığı, adil yargılamaların yapılmadığı, avukatların keyfi uygulamalar ile iş yapamaz hale getirildiği’ şeklinde ifadeler yer almıştı.

İşte Türkiye’de yaşanan bu yargı krizini, yargının üç sacayağı olan ‘iddia, savunma ve karar’ mekanizmalarını ele alarak İzmir Barosu Başkanı Özkan Yücel ile Gezi Davası özelinde konuştuk.

‘YARGI TARAFGİRLEŞTİ’

Sayın Yücel, Gezi Davası sonucunda tahliye olan Osman Kavala’yı bir gün bile geçmeden başka soruşturmadan tekrar tutukladılar. Beraat kararı veren mahkeme heyetine ise soruşturma açıldı. Yargının bağımsızlığı açısından ne anlama geliyor bu?

Biz en başından beri Türkiye’de yargı sisteminin en temel probleminin bağımsızlık olduğunu dile getirdik. Yargı reformu olarak önümüze konulan paketlerin, günlük çözümler dışında gerçek sorunları çözme konusunda hiçbir alternatif getirmediğini de söyledik. Bugün geldiğimiz nokta ne kadar haklı olduğumuzu kanıtlıyor. Gezi Davası’na gelmeden önce bir başka örnek vereyim. ÇHD’li avukatların yargılandığı davanın ilk duruşması 5 gün sürdü. O mahkeme heyeti bütün sanıkları tahliye etti. Ertesi sabah aynı heyet, verdiği karardan geri döndü ve 12 avukat hakkında yeniden yakalama kararı çıkardı. 5 gün boyunca sanıkları dinleyen, delilleri tartışan, dosyayı gözden geçiren mahkeme heyetinin bir gün içinde hiçbir baskı olmadan kararını değiştirdiğini kimse anlatmaya çalışmasın. Bunun başka bir göstergesi daha var; o mahkeme heyeti dağıtıldı! Türkiye’deki tüm hâkimlere aslında şu mesaj verildi; başka türlü karar verirseniz başınıza geleceklere hazır olun. Gezi Davası’na gelince… Bütün süreç yargının tarafgirleştiğini ve asla adil bir sonuç yaratmayı hedeflemediğini gösteriyor. Mahkeme heyetine açılan soruşturmanın gerçekten talimat ile olmadığını söylemek mümkün olabilir mi? Bu durum diğer hakim ve savcılar üzerinde, ‘siyasi iktidarın hoşuna gitmeyen bir karar vermeyelim’ şeklinde etki yaratıyor. Yargıtay, Gezi Davası’ndaki beraat kararını onamaya cesaret edebilir mi? İşte bu sorunun sorulması lazım.

‘SİYASİ ETKİYİ KALDIRMALI’

Bu süreçte ise avukatların, hukuksuzluğun şahidi konumuna indirgendiğini söylüyor ve bunu reddediyorsunuz…

Bütün bu hukuksuz süreçler, yargının ayrılmaz parçası olan avukatları dayanılmaz bir noktaya getirdi. Çünkü avukatları, sanki o dosyada gerçekten savunma yapabilmiş ve haklarını koruyabilmiş gibi hukuksuzluğun bir parçası yapmaya çalışıyorlar. İtirazımız buna. Türkiye’de adil yargılama yok ama siyasi iktidarın yargıya müdahalesi var. Bu yargı açısından kabul edilemez. Mahkemeler, avukatların taleplerini reddediyor, kovuşturmanın genişletilmesi talepleri dinlenmiyor, söz verilmiyor. Biz bu hukuksuzlukların figüranı olmak niyetinde değiliz. Eğer sizin de niyetiniz yargıyı müdahalesiz çalışır bir hale getirmekse, yargı üzerinde siyasi iktidarın etki yapacağı bütün alanları kaldırmak zorundasınız. Hangi siyasi partinin olduğunun ya da cumhurbaşkanının kim olduğunun bir önemi yok. Herkes, yargıya müdahale edebilme hakkını kendinde görürse, olan ülkenin demokrasisine, adalet sistemine olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin yargısı, tarihinin en ağır krizini yaşıyor. Bu kanaatimiz gün geçtikçe de pekişiyor maalesef.

‘MAĞDURU BELLİ OLMAZ’

Görünen o ki bugün yargı krizi var, demokrasi krizi var, ekonomik kriz var. Ülkece büyük bir girdabın içindeyiz galiba..!

Bir girdabın içindeyiz ama ben yargı krizinin en önemli ayak olduğunu düşünüyorum. Hayatta en önemli şey sağlık denir ya hani… Sağlık hizmetlerini de denetleyen yargıdır. Sosyal devletin nasıl olması gerektiğini ise hukuk kuralları belirler. Eğer bir hukuk kuralına uygun davranmamışsa idare, o zaman denetleyecek merci de yargıdır. Yürütme sizsiniz, denetleyecek mercii de kendi içinizden insanlarla oluşturmuşsunuz ve sonra diyorsunuz ki ‘beni denetle!’ Kimin kararını kime denetletiyorsunuz! O yüzden temel problem yargı bağımsızlığı, en önemli kriz de yargı krizidir. Adil yargılamayı bir kere ortadan kaldırdığınızda artık bunun mağdurunun kim olacağı belli olmaz! Bu bozulmayı yaratanlar o bozulmuş yargının karşısına çıkmak zorunda kalabilirler.

‘SİLSİLEYİ DÜŞÜNÜN’

Savcıların durumu nedir?

Süreç birbirinden bağımsız değil. Ben zaman zaman söylüyorum; İzmir’de kimin tutuklanıp, kimin tutuklanmayacağına 7-8 hakimle karar veriyorsunuz. Bir dikey denetleme yok. Birinin kararını öteki, ötekinin kararını bir diğeri denetliyor ve sürekli kendi içinde dönen bir mekanizma. Bu mekanizmayı kontrol ettiğiniz zaman aslında tutuklama müessesini kontrol etmiş hale geliyorsunuz. Aynı şey farklı bir değerlendirme yapılmaksızın Cumhuriyet Savcıları için de söylenebilir. Savcılık idari bir merci aslında. O yüzden zaten savcılık yapılanması içerisinde bir hiyerarşik bağlantıları var. HSK hem hakimler hem de savcılar hakkında kararları veriyor. HSK, Adalet Bakanı’na bağlı. Adalet Bakanı, Cumhurbaşkanı’na bağlı. Buyurun silsileyi siz düşünün. Aksi bir karar verildiğinde hakimlerin başına gelenin savcıların başına gelmemesi için hiçbir neden yok! Onlar da bundan endişe ediyorlar.

‘KENDİNİZİ ÖZGÜRLEŞTİRİN’

Bir çıkış yolu yok mu peki?

İzmir Barosu olarak ‘adli yıl açılış törenlerine’ gitmeme kararı aldığımızda bir açıklama yapmıştık. O açıklamada, ‘Kendinizi özgürleştirin!’ demiştik. Marks’ın sözüne atfen söylenmişti bu. Çünkü Marks, ‘başkalarını özgürleştirebilmek için kendimizi özgürleştirebilmeliyiz’ der. Bunu başaramadığımız yerde ister hakim, ister savcı, ister avukat olalım başkalarını özgürleştirebilme şansımız yok. Biz hakim ve savcılarımızdan idarenin tüm bu tasarruflarına rağmen ‘cesaret’ istiyoruz. Adaletten, hukuktan, insan haklarından ayrılmamalarını bekliyoruz. Zor bir şey istiyoruz farkındayım ama geleceğe umutla bakabilmenin tek yolu da buradan geçiyor. Bu ülkede muhalif olmak, sudan bahanelerle cezaevine atılmak için yeterli hale geldi. Bizi buna alıştırmaya çalışıyorlar. Biz avukatlar ise ‘buna alışmayacağız ve toplumun da alışmasına izin vermeyeceğiz’ diyoruz. Biz, yurttaşın sesiyiz ve var olan durumu, kralın bütün çıplaklığını ortaya koymaya kararlıyız.

‘SORUNA DESTEK OLURSUNUZ!’

Geçmiş dönemde FETÖ’ye teslim edilen yargının bugün AKP ve MHP’ye teslim edildiği, atamaların buna göre yapıldığı söyleniyor. Doğru mu bu?

Bizim kaygımız da, izlenimlerimiz de, bilgilerimiz de bu yönde. 600 hakim ve savcının alınacağı yere 3 bin kişiyi çağırırsanız. Yazılı sınavı 80’inci sırada kazanmış birine hiçbir gerekçe gösterilmeden mülakatı geçemedin deyip, yazılı sınavda 3 bininci sırada olanı hakim veya savcı yaparsanız, konuştuğumuz tüm sorunların artmasına destek vermiş olursunuz. Geçmişte yargıyı kendi elleri ile cemaatlere teslim etmişlerdi. Yargı mensubu olabilmek için cemaatten tanıdık bulmak gerekiyordu. Şimdi ise ya AKP’den ya da MHP’den tanıdık bulmak gerekiyor. Sistem değişmedi yani.

Bugün ‘sosyal medya’ tepkilerine göre kararlar değişiyor! Bu da bir çeşit müdahale değil mi?

Yargıyı, hukuk dışındaki bütün etkilerden arındırmanız gerekir. Kanunlar izin vermiyorsa tutuklamayacaksın ya da serbest bırakmayacaksın. Çünkü ‘kamuoyunun tepkisi’ diye bir tutuklama nedeni yok. Mevzuatınızı değiştireceksiniz o zaman! Yoksa kamuoyuna göre de karar aldığınızda tartışılır hale gelirsiniz. Yargı mensuplarını bir tek hukuk ile baş başa bırakmak, onun dışındaki bütün etkilerden arındırmak lazım. Mağdurunun kim olduğu önemsiz, önemli olan yarattığı mağduriyettir.

Editör: Haber Merkezi