Röportaj: Kibar Özkan

2023 seçimleri öncesi, Emek ve Özgürlük ittifakı üyesi Emek Partisi Genel Başkanı Ercüment Akdeniz ile Dünyayı ve Türkiye’yi en çok meşgul eden konu ve sorunları konuştuğumuz samimi bir sohbet gerçekleştirdik.

Sizi tanıyabilir miyiz? Genel başkanlık görevinizin yanında yazar kimliğiniz ve gazeteci kimliğiniz var. Bu kimliklerin sizde bulunması olaylara bakış açınızı etkiliyor mu?

Aslen Muş Varto doğumluyum. Babam o yıllarda hademe olduğu için ben 1 yaşındayken Malatya’da  nüfusa kayıt ettirmişler. Göçmen işçidir babam. Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinde inşaat işçiliği yaptığı için biz de onunla çok gezdik. Çocukluğum da İskenderun’da geçti. İlkokul, ortaokul ve liseyi orada tamamladım. Sonra Marmara Üniversitesi resim öğretmenliği bölümünü kazandım. İstanbul’a geldim.  Sonra ailem de geldi.  Siyasi mücadeleyle daha çok yükseköğrenim gençliği içerisinde tanıştım. Onun dışında, 2011 yılından itibaren Suriye göçü başlayınca   göçü, mülteciliği araştırmaya başladım. Belki babamın da  yurtdışında göçmen bir işçi olması etkiledi beni. Bilmiyorum. Gazetecilik yıllarım da oldu. Hayat televizyonunda çalıştım uzun bir süre.  Aydın Çubukçu ve Erdoğan Aydın ile ”Babil Kulesi” programını yaptık. 1 buçuk yıl sürdü. Göçe dair de dört tane kitap çalışması yaptım. Onların önemli bir bölümü gazetecilik faaliyeti üzerinden oluştu. Üç tanesi araştırma-inceleme kitabı, bir tanesi de roman olarak çıktı. Yazdığım kitaplar akademide kaynak olarak gösterildi. Benim için çok mutluluk verici bir  durum. Bunu söylemem lazım. Sonra partimizin yani Emek Partisi’nin 9. Kongresinde arkadaşlarımız  başkanlık gibi bir görev uygun gördüler. Bu şekilde mücadeleye devam ediyoruz. Ayrıca evliyim ve iki çocuğum var.

 Göç konusuna dair yazdığınız kitaplara biraz daha değinir misiniz, süreç nasıl gelişti?

Benim birinci kitabım “Suriye savaşının gölgesinde mülteci işçiler.” Kitabın adı bu. O kitap ilk çalışmalardan bir tanesi Türkiye’de. Dolayısıyla çok kaynak gösterildi. Çünkü o ana kadar daha çok akademi dünyası teorik kuramsal çalışmalarla, kitaplarla, kütüphaneler yardımıyla  göç meselesini konuşuyordu. Zaten yüz binlerce Suriyeli Mülteciler Türkiye’ye geliyordu. Sahaya indim. Sahadan portreler yapınca başka bir gerçeklik   ortaya çıktı. Savaşın başından itibaren 2014 yılına kadar olan süreçte henüz kayıtları yoktu mültecilerin. Geçici koruma kanunu da çıkmamıştı daha. O dönem tam kuralsız, vahşi bir sömürü düzeniydi onlar için. Yani sigortasız çalıştırma dönemi ve benzeri. Onu inceledim. İkinci kitabım “Sığınamayanlar” adını taşıyor. Sığınamayanlar kitabını da aslında “Alan bebeye” adamıştım ben. Ege denizi, Akdeniz, Edirne sınır hattı, güney bölgemiz ve doğuda ki sınır bölgemizde ki  göç hareketlerini inceledim. Biraz dramatiktir biraz da sert bir kitaptır. Yani okuyucu gerçekle yüzleşsin ve farkında olsun diye çalıştığım bir kitap oldu. Göçün ticarileştirilmesi, göç şebekeleri, Avrupa Birliği’nin, emperyalist devletlerin hatta Birleşmiş Milletlerin dahi bu olaya nasıl şemsiye kurduklarını, nasıl sakladıklarını ve  Ak Parti hükümetinin bu konuda ki tutumlarını, çıkarcı politikalarını deşifre eden bir kitap oldu. Üçüncü kitabımda sahada çalışıyordum. İki telli organize sanayii bölgesi var. Orada çalışırken çok sayıda çocuk işçi gördüm. O çocuk işçilerin dramı, yaşadıkları benim için  sadece rakamlar, bilançolar yani politik eleştirilerle geçiştirilebilecek bir şey değildi. Onun duygusu çok yoğun oldu. Duygu olarak anlatmam gerekiyor dedim ve oradan biraz edebiyata yöneldim. Bir roman yazdım. Kurgusal bir roman değildi. Doğrudan yaşanmış olayları birbirine bağlayarak, mülteci çocuk işçilerin yaşadıklarından bir kitap yaptım. Kitabın adı   “En güzel şarkı” Arap ve Suriyeli çocukların 1 Mayıs mitinginde “1 Mayıs şarkısını” söylemelerinden esinlendim. Son kitabım ise daha çok incelemeye dayanıyor. “8. Kıta” kitabında da Türkiye’ye  çalışmaya gelen göçmenleri seçtim. Afrika’dan, İran’dan, Suriye’den o bölgeden gelenler, Kafkasya’dan gelenler, Özbek, Türkmen kadın işçiler gibi 1o farklı ülkeden insanları seçtim ve onların hikayelerini anlattım. Şunu göstermeye çalıştım Türkiye’deki insanlara.  Göç sorunu ve göçmen işçilerin sömürülmesi meselesi sadece Türkiye’deki bir sorun değil. Bu küresel bir sorun. Dünyada 270-280 milyon göçmen var. Bütün bunların hepsini toplasan bir ülke değil bir kıta çıkar. 8. Kıta ismini oradan koydum. Bir kıta kadar insan var. Bunun bir parçasıyız bunu göstermek için bir kitap. Ayrıca bu göç çalışmalarıyla, sosyalist akımlar ve sosyalist partiler açısından da özel bir şey olsun, bir  yol açalım dedik. Orada da Emek Partisi’nin göç bürosunu kurduk. İlk defa bir  sosyalist parti bir göç bürosu kurdu Türkiye’de. Almanya’da çok vardır. Ama Türkiye daha yeni yeni bunları yaşıyor. O göç büromuzun şu anda 9 üyesi var. Çalışıyorlar genç arkadaşlar. İyi bir mecrada ilerliyoruz.

Türkiye’de ve dünyada mülteci konusu gündemdeki yerini koruyor. Siz bu kadar kapsamlı çalışmalarınızın sonunda mülteci konusuna dair ne söylersiniz. Bu konu  ya da sorun nereye evrilir?

İyi şeyler söyleyemeyeceğim maalesef. Dünyanın en büyük göçleri Birinci Dünya Savaşı’nda ve İkinci Dünya Savaşı’nda oldu. 20. yüzyılda oldu. En büyüğü de sanırım 63 milyon kişi ile İkinci Dünya Savaşı’ndaki göçtü. Bu insanlar savaştan dolayı yerlerinden edildiler. Mülteci durumuna düştüler. O zaman dünya iki kutupluydu. Savaş bittikten sonra Sovyet Blogu yani sosyalizm cephesi vardı bir de kapitalist Batı Blogu vardı. Bu iki blog çeşitli barış anlaşmaları imzaladılar. Ve  şöyle bir sorun geldi masaya, ne olacak bu mültecilerin hali? Savaş bitti ama bu insanlar ne olacaklar, nasıl dönecekler, döndükleri yerde nasıl yaşayacaklar?  Buna ilişkin bir sözleşme imzalandı. Biz buna 1951 Cenevre Sözleşmesi diyoruz. Mülteciler Sözleşmesi. Bu sözleşme eksik bulunabilir belki ama 20. yüzyılın bir yarısını yani 1953 tarihinden 2000 yılına kadar getirdi.  Mültecileri koruma altına alan bir sözleşmeydi. Biz 21. yüzyıla girdik, yeni bir yüzyıl var. Bu yeni yüzyılda, bu sözleşmenin kendisine savaş açtılar. Bütün dünya devletleri. Onun getirdiği kazanılmış hakları ortadan kaldırıyorlar. Sen mülteci olabilirsin ama hakların öyle eskisi gibi olmayacak. Bunu diyorlar. Biz de tersini söylüyoruz.  İnsan haklarıyla insandır. Mültecide haklarıyla mültecidir. Haklarını kaldırdığımız zaman hiçbir şey olmuyor, güvencesiz hale geliyorlar. Dolayısıyla burada bizim sosyalist bir parti olarak işçi sendikasıyla, kardeş partilerle beraber yapmaya çalıştığımız şey hem Türkiye’de hem de dünyada mültecilerin kazanılmış haklarını korumak. Sürekli hatırlatmak. İkinci nokta da şu. Biliyorsunuz, dünya pandemi yaşadı. En korunmasız, güvencesiz olanlar göçmenler ve mültecilerdi. Ekonomik krizden geçiyoruz. Yoksulluğun en ağır halini onlar yaşıyor. Daha dün Bursa’da 8 çocuk ve bir anne yanarak can verdi. Yine Afganistanlı 5 kişi bıçaklanmış halde bulundu Ankara’da. Kimin bıçakladığı bilinmiyor. Böyle baktığınız zaman bir sürü olay var. Bunun toplam fotoğrafı bize şunu gösteriyor. Korunmasız, güvencesiz bir toplum düzeni daha fazla organize ediliyor mülteciler için. Bir de savaş gerçeği var. Suriye Savaşı var. 11 yılda nüfusun yarısı mülteci durumuna düştü. Bir de tabii sadece Suriyeliler demek de eksik geliyor bana.  Suriye Kürtleri, Suriye Hristiyanları, Suriye Arapları var. Çok çeşitli topluluklar var. Her biri ayrı dram yaşıyor. Şimdi, istikrarsızlaşan bölgelerde Irak, İran var.  Bunların her birini inceledim. İran göçü çok başka bir göç. Politik sürgünler doğrudan doğruya. Ve son olaylarda arttı,  daha da artacak. Ve nihayetinde Ukrayna üzerinden çok büyük bir savaş hazırlığı yapılıyor. Avrupa’da ve Asya’da. Avrupa’nın da dahil olacağı bir savaş görülüyor. Bütün bunlar dünyada şu an bizim gördüğümüz, hani o “8. Kıta” dediğimiz 280 milyonluk göçmen nüfusu buz dağının sadece görünen yüzü. Dipte çok daha büyük bir göç geliyor. Gelecek göçler çağına giriyoruz. Savaşlar, yokluk ve kıtlığı da getiriyor tabii. Böyle bir tablo var. Bu tablonun umutlu tarafını söyleyeyim. Ortadoğu, Türkiye, Avrupa, Asya diye kategorilendirdiğimiz bölgeler, toplumlar    birbirine kapalı, uzak gibi görünen toplumlar göçlerle birbirinin içerisine giriyor, temas ediyor, tanışıyor.  Ekonomik hayatta mücadele etmek, ayakta kalabilmek için aynı sendikalarda aynı mücadelelerde yer almak zorunda kalıyorlar. Bunun çok öyküsünü gördüm ben. Belki umut ışığı orada.

Dünyanın içine girdiği bir kaos var. Ekonomik, siyasi, kültürel alanlarda bu durum hissediliyor. Siz bu   gidişat için neler söylersiniz?

Pandemi, savaş ve ekonomik kriz. Burada bir sıkışma var. Çeşitli akademisyenlerin, analizcilerin  bir bölümü Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen öncesine benzetiyorlar. Bir bölümü İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesine benzetiyorlar. Bu sıkışmanın asıl nedeni şu. Biz şu an dünyada kapitalist bir düzende yönetiliyoruz. Ekonomik yasalar açısından egemen olan sistem kapitalizm. Bugün dünyada sosyalist bir egemen düzen yok. Kuramsal olarak var ama yönetimde değil. Dolayısıyla bu kapitalist sistemin doğası olabildiğince fazla kar elde etmek. Bu sermaye birikimini de olabildiğince daha az kişinin elinde toplamak. Yani tekellerin, büyük oligarkların, bankaların, büyük finans tekellerinin elinde biriken bir servet var. Bunun karşısında da milyarlarca insan hızla yoksullaşıyor. Makas çok açıldı. Esas problem buradan kaynaklanıyor. Bu problem çözülmediği sürece palyatif çözümlerle bir çözüm sağlamak mümkün değil.

 Yine dünya geneline baktığımızda, birçok ülke demokratik görünümlü otokratik yönetimlerle yönetiliyor.  Bu noktada muhalif partiler üzerine düşen görevi yerine getirmedi mi?

Tarihi yaratanlar kahramanlar değildir. Kahramanları yaratanlar tarihsel koşullar ve toplumsal koşullardır.  Devrimlerdir ya da karşı devrimlerdir. Bu prensipten biz hareket edersek, otoriter isimleri yaratanda otoriter sistemler değil onun arkasındaki sınıfsal güçlerdir.  Yani Erdoğan’ı Erdoğan yapan Macron’u Macron yapan Orban’ı Orban yapan Trump’ı Trump yapan arkasında birikmiş tekellerdir. Büyük finans gruplarıdır. Böyle bakmak gerekiyor. Mesela şu an Türkiye 23 Haziran seçimlerine hazırlanıyor. İki tane ittifak var. Biri Cumhur İttifakı, öteki Millet İttifakı. Şimdi biz de üçüncü bir ittifak oluşturduk. Emek ve Özgürlük ittifakı.  Bu iki ittifaktan bir tanesi Erdoğan ve Bahçeli’nin oluşturduğu ittifak. Bu ittifakın yandaşları var,  şirketleri var, büyük bir medyası var ve para gücü var arkasında. Öyle oluşuyor. Ama diğer ittifakta burjuva gruplarının, başka bir kanadını oluşturuyor. Partiler ve ittifaklar sınıflardan bağımsız değil. Her iki ittifakın ortak bir özelliği var. Birebir benzemiyorlar. Asla öyle bir şey söylemiyorum. Biri daha otoriter bir rejim sonuçta. Ama her ittifakında ortak özelliği uluslararası sermayeyi biz Türkiye’ye getirirsek, yani para getirirsek kurtulur demesi. Biz gelmezsek para gelmez diyen bir düşünceleri, söylemleri var. Biz sorunu burada görüyoruz zaten. Türkiye’ye kimse, bizim kara kaşımız kara gözümüz için para göndermez. Buraya gelen her para Türkiye’yi daha çok bağımlı hale getirmek, daha çok sömürmek için gelir. Bizim ittifakımız onlardan bu açıdan ayrılıyor. Biz hayır, sermayeye değil, halka güven vermek gerekir diyoruz. Farkımız burada. Dolayısıyla sizin sorunuzdan gelirsek dünya diğer ülkelerde ve bizim ülkemizde bir yol ayrımında. Bu ayrım ama biraz tahterevalli oyununa benziyor. Bir sağ muhafazakâr partiler iktidara geliyor. Bir bakıyorsunuz sosyal demokrat ya da cumhuriyetçi ya da demokratlar iktidara geliyor. Biden mı Trump mı ya da  Macron mu Le Pen mi. Başka bir yerde başka türlü oluyor. Ama  ekonomik  program değişmiyor. Sorun burada.

 Ekonomik program hep kapitalist düzenin tesis edilmesi, zenginlerin hep daha çok kazanması, yoksullara da kemer sıkma faturaları şeklinde oluyor. Bize göre buradan çıkış birinci ve ikinci dünya savaşında olduğu gibi dünyayı yöneten devletler, güçler ya da hükümetler yeni bir savaşla çıkmaya çalışacaklar. Öyle görünüyor. Yeni pazar kavgaları yeni silah yarışları ve enerji kaynakları için bir savaşa doğru gidecek. Bu felakettir, bu kaostur.  Bunun  yapılabilmesi için aynı zamanda  kendi işçilerinizin haklarını kısmanız lazım. Kemer sıkma politikaları diyoruz biz buna, acı reçete diyoruz. Daha çok acı reçete de gelecektir. İngiltere’de demir yolu işçileri, posta işçileri grevde. Almanya’da tersane işçileri grevde. Son 30 yılın 40 yılın sessizliği bozuluyor şu anda. Dünya değişiyor. Ve yeniden bir işçi dalgası ortaya çıkmaya başlıyor. Çıkış ancak buradan olabilir. Bu işçi hareketlerinin kapitalizm karşıtı bir ekonomik programla, sosyal yönetim biçimiyle ortaya çıkması durumunda nefes almak mümkün olabilir.

Sol Partilerin ilerlemesi neden bu kadar zor. Özeleştiri yapmanızı istesem genel olarak ne dersiniz?

Kolay değil. Bir hikâye yazıldı.1990-91  yıllarını hatırlayalım. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler dağıldı. Berlin duvarı kaldırıldı. Sonra ne dendi. Elveda proletarya. İşçi sınıfı diye bir sorun kalmadı artık. 20. yüzyılın tarihinde kaldı. İşçi sınıfının yapısı değişti dediler. Artık dünyada sosyalizm diye bir gerçeklik kalmadı. Tek kutuplu bir dünya var artık. Eskiden iki kutupluydu. Bu tek kutuplu dünya nasıl bir dünya olabilir. Barış dünyası, refah dünyası, savaşların olmadığı. Daha çok ekonomik birikimin ve kalkınmanın olduğu bir dünya düşünüldü. Hikâye böyle yazıldı. 30 yıl sonra geldiğimiz yer neresi? 21.  yüzyıla girdik. 2000 yılını hatırlıyor musunuz? Milenyum çağı ilan ettiler. Havai fişekler patlattılar. Yeni bir yüzyıl değil, yeni bir bin yılın başlangıcı olacak, kapitalizm çok neşeli, güzel bir sistem olacak diye ifade ettiler. Cila hemen döküldü. Makyaj hemen ortadan kalktı. Daha 21. yüzyılın ilk çeyreğini doldurmadık. 25 yıl bile olmadı. Savaş, ekonomik kriz, pandemi de tam bir rezalet. Düşünebiliyor musunuz aşı bulunmasına rağmen milyonlarca insan Hindistan’da öldü. Hindistan aşıyı ürettiği halde kendi insanlarına aşıyı veremedi. Böyle bir çelişkiler dünyası ile biz karşı karşıyayız. Bu tabloyu görmeden solu ve sosyalizmi değerlendiremeyiz. Eksik olan şu, özeleştiri açısından.  Dünyada ve Türkiye’de birleşik bir emek güçleri cephesinin yaratılması gerekiyor. Burada sendikal bürokrasiyi aşmak, işyerlerinde güçlü komiteler kurmak yönünde çok eksiğimiz var. Kendimizi eleştiriyoruz. Çok daha iyi bir yerde olmalıydık. Sendikal bürokrasi bu kadar egemen olmamalıydı. İkinci olarak da demokrasi güçlerinin birliğini yaratmak diye bir görevimiz var bizim. Sadece Emek Partisi olarak, HDP olarak, A partisi B partisi olarak mücadele etmek yalnızca iktidara gelmek değil. Elbette partilerin ayrı programları var ama  bu karanlığı yırtacak olan, halkı ışığa ulaştıracak olan, bir birleşik emek cephesinin, demokrasi cephesinin yaratılması gerekiyor. Daha çok çaba içerisinde olmamız gerekiyor. Biz onu oluşturmaya, aşmaya çalışıyoruz.

Emek Partisi olarak Türkiye’deki partilerin ittifaklaşmasına  bir yer de kutuplaşmaya zemin hazırlayan bu oluşumlara  dair bakış açınız nasıl?

Emek partisinin kuruluş felsefesi bir birleştirme ve bir bölünme meselesidir. Ne demek bu? İnsanları işte yöresine göre aidiyetine göre geldiği ülkeye göre, kökenine göre, diline, ırkına göre sınıflandırıyorlar, ayırıyorlar. Ve yapay kutuplaştırma koyuyorlar toplumların arasına. Bu bir bölünme. Bu sistem toplumu bu kodlarla bölüyor. Biz bu bölünmeye karşıyız. Parti öyle kuruldu. Bizim tek bir ortaya koyduğumuz bölünme var. Emek ve sermaye. Böyle bölünmeli. Yani emekçi olanların diline, dinine, ırkına, rengine bakmayız. Hepsinin bir arada olması lazım. Göçmenler de dahil buna. Ama insanları sömürüp bunun üzerinden sermaye birikimi sağlayanların da diline, dinine, ırkına bakmayız. Hepsi bizim için karşı sınıftadır. Bu bölünmenin böyle daha berrak hale gelmesi gerekiyor. Asıl kutuplaşma budur ve asıl kutuplaşma bu olduğu halde siyasete rengini veren şey bu değil. Sorun burada yaşanıyor. Güçlü bir emek dünyası, güçlü bir emek rüzgârı, yani grevler, direnişler, genel grev, üretimden gelen gücünü kullanan bir işçi sınıfı ve bu hareketle birleşmiş, politikleşmiş, siyasallaşmış, partileşmiş işçilerin sürüklediği bir halk hareketi.  Karşı sınıf yani sermaye dünyası daha hakim bu duruma. Nüfus olarak çok daha az olmalarına rağmen kitleleri yönetebiliyorlar. Bunları ortadan kaldıran bir yaklaşım içerisindeyiz. İttifaklar ayrı bir şey. Yani ittifaklarla kutuplaşmalar arasındaki bağı sorarsanız ayrı bir şey. Siyasi partiler ittifak kurarlar tabii ki.  Türkiye’de şu anda 130 civarında parti var.  Çok parti olması kötü bir şey değil. Bunlar ittifaklarda kurabilirler.  Bu da toplumsal kutuplaşmanın farklı bir versiyonu olabilir, yani siyaseten olabilir ama orada şöyle bir durum var. Bize göre iki ittifak var. Cumhur ve millet İttifakı birebir aynı olmamakla beraber sermaye programına dayanan ittifaklar. Biz emek ve demokrasi programına dayanan bir ittifak olduğumuz için iki ittifak olarak görüyoruz. Bunun adı bir  siyasal kutuplaşmaysa, bölünme ya da siyasal mücadeleyse bu olacak zaten, bu olmadan olmaz.

2023 yılında Cumhuriyet ile yönetim şekli 100. yılını dolduracak. Bu geçen 100 yılı yorumlar mısınız?

Evet, Türkiye şu an Cumhuriyetin 100. yılını kutlamaya çalışıyor. Ve Cumhuriyetin 100 yılı nasıl geçti acaba. Tartışma konusu. Türkiye’nin kendine has bir demokrasi sorunu var. Kürtler için nasıl geçti, Aleviler için nasıl geçti, kadınlar, gençler, işçiler için nasıl geçti ve ikinci  100 yıl yani cumhuriyetin ikinci 100 yılı nasıl olacak, nasıl yazılacak?  Çok birikmiş sorunlar var. Kutuplaşmaları burada aramak lazım.  Kürt sorununun demokratik çözümünü Cumhuriyetin 100 yılı sağlayamadı. Cumhuriyet önemlidir, kazanımları da önemlidir ama kanayan bir yara var.  Yani iki halk Türkler ve Kürtler kurucu birer unsur olarak demokratik bir anayasayla beraber bir arada yaşayabilirler. Kürt sorunu demokratik bir zeminde çözülebilir. Buna ihtiyaç var. Bu reddedildiği zaman çözüm sağlanamadığı zaman da ikinci 100 yılda da bu sorun devam edecek. Dolayısıyla Kürt sorunu veya Kürtler ve Türkler diye bir problem  bir kutuplaşma  bizim yarattığımız bir kutuplaşma değil.   Biz bunu çözme iddiasıyla yola çıktık. Onun çözümünü Türk ve Kürt emekçilerinin birliğine dayanan demokrasiyi savundukları bir çözüm olarak ortaya koyuyoruz. Aynı şekilde inanan-inanamayan sorunu bu toplumun en önemli sorunlarından bir tanesi. Mütedeyyin, muhafazakâr toplum ve karşısında laik ya da seküler olarak ifade edilen bir toplum. Nasıl çözülecek bu kutuplaşma, bu sorun? Gerçek bir laiklik lazım. Türkiye’de gerçek anlamda bir laiklik tam anlamıyla yaşanamadı. Cumhuriyetin getirdiği önemli kazanımlar oldu  dediğim  gibi ancak AKP’li yıllarda bunu da tasfiye ediyorlar. O kırıntılar da kalmıyor şu an. Bize göre devletin dini olmaz, devletin mezhebi de olmaz. Mezhepler ve dinler olur. İnsanlar kendi inançlarını yaşarlar ama bir devlet bir dinden ya da mezhepten yana taraf olamaz. Demokratik bir devletten, demokratik bir toplumdan bahsediyorsak. Devletin yansız olması gerekir. Bütün mezheplere ve dinlere eşit mesafede olması gerekir. Bu olmadı. Türkçü, Sünni mezhebine dayanan tekçi bir devlet anlayışı. Ötekilerin hepsini dışlayan bir yaklaşım içinde olunca problem oluyor. Biz diyoruz ki devlet camilerden elini çeksin. İnsanları bırakın camide istediği gibi ibadetini yapsın. İnananlarda istediği gibi yaşasın, inanmayanlar da istediği gibi yaşasın. Kardeşçe yasasın. Ama aynı zamanda Cem evlerine de elini sokmasın orayı da rahat bıraksın devlet. O insanlar da istediği gibi inançlarını yaşasınlar. İnananla inanmayanın, başörtülü olanla olmayanın kardeşçe bir arada yaşayacağı demokratik toplum, devletin dinler ve mezhepler karşısındaki tarafsızlığından geçiyor. Haklın yapacağı demokratik bir anayasayla çözülür. Bunları sağlayamazsanız çözülmez. Çözülmemesi de giderek bilinçli bir tercihtir. Çünkü toplumun bölünmüş halde olması daha kolay sömürülmesi demek.

Ak Parti Türkiye’de en uzun iktidarda kalan bir parti.  Ülkede yaşanan ekonomik, toplumsal kaosa rağmen sizce bunu nasıl başarıyor?

2010 yılında referandum yapıldı Türkiye’de. Bu referandum başkanlık sisteminin tercih edildiği bir referandumdu. Başkanlık sistemine, tek adamlık sitemine yani mevcut sisteme evet mi diyeceğiz hayır mı diyeceğiz.  Oy pusulası geldi, halk sandığa gitti. Şimdi biz hayır dedik. Bizim vicdanımız rahat. O zaman sol sosyalist partiler hayır dediler. Ama bazı kendisini solda gören partiler, yetmez ama evet dediler. “Başkanlık sistemini yani onun getirdiği anayasa sisteminin eleştirdiğimiz yanları var ama buna rağmen  en azından 12 Eylül anayasasına göre daha ilerici olduğu için destekliyoruz, evet dediler.” Şu an Türkiye ne çekiyorsa o yüzden çekiyor. Kimin ne kadar solcu olduğu da ortaya çıkmış oldu. Ve burada boykot tutumu da oldu o zaman. Kürt hareketi ve HDP’nin bu tutumu yanlış bir tutumdu. Çünkü boykot çağrısı olmasaydı bu referandumu yüzde 51 ile kazanamayacaktı Erdoğan. Geçilemeyecekti başkanlık sistemine. Böyle hatalarda olabilir, yapılabilir. Onun üzerinde durmuyorum. Ama sorun şudur. Bu yetkiyi aldıktan sonra yeni bir rejime geçti Türkiye. Bu rejim artık kararnamelerle yönetilen bir rejimdir. Gece yarısı kalkıyorsunuz acaba resmi gazetede ne yayınlanacak. Kim gözaltına alınacak, hangi gazete kapatılacak? Bunları meclisten değil, yasalardan değil, kararnamelerden okuduğunuz bir Türkiye haline geldi. Başkanlık rejiminin, tek adam sisteminin oturması, toplumu silindir gibi ezen bir rejim getirdi. Bunun günahları var. Bunun vebali var. Bu vebalde bizim hiçbir sorumluluğumuz yok. Biz hayır dedik çünkü.  O gün evet demiş olabilirler ama bugün artık demokratikleşmek için başkanlık sisteminin ne olduğunu onlarda gördüler. O gün yetmez ama evet diyenlerin bir bölümü de cezaevinde şimdi. Dolayısıyla bu sistemden hep beraber kurtulmamız lazım.

Şunu gözardı etmeyin, şu çok önemli. Bir benzetme yapayım yanlış olmasın. Eski model Tofaş marka bir arabayla Türkiye yol alıyordu. Dediler ki şimdi biz Ferrari’ye biniyoruz. Başkanlık sistemi Ferrari’dir. Son surat gideceğiz yani Türkiye’yi uçuracağız dediler. Nasıl olacaktı bu? Meclisten zor karar alınıyor, koalisyonlar oluyor, kanunlar çıkmıyor her şey hantal, bürokratik. Bütün bunları kaldıracağız. Böyle kandırdılar toplumu. Uçtu mu peki? Uçtu! Bankalar yüzde 500 kar ettiler. Ama halk perişan durumda. Ekonomi, enflasyon görüyorsunuz. Tıkandı. Eğer bizim söylediğimiz olsaydı yani başkanlık rejimine karşı en geniş halk güçlerinin ittifakı olsaydı ve bu hayır cephesi daha geniş olsaydı biz kazanmış olacaktık. Türkiye bu kadar büyük bir zaman kaybetmemiş olacaktı. Fakat hayat hep sizin istediğiniz gibi olmuyor. Bazen insanlar yaşayarak kendi deneyimleriyle öğreniyorlar.

Birçok partinin kapandığını ya da işlevini yitirdiğini gördüğümüz bu zamanlar da Emek Partisi’nin uzun yıllardır aynı çizgide ilerlediğini görüyoruz. Bu istikrarı nasıl sağladınız, Partinizi ayakta tutan etkenler nelerdir?

Bir kere önemli olan şu  bizim açımızdan, işçilere dayanmak çok önemli. Bizim ihtiyacımız var diye biz bir parti kurmadık. Türkiye’de şu an toplumun yarısı asgari ücretli. Asgari ücret 5 bin beş yüz lira, açlık sınırı yani açlıkla geçinme çıtası 7 bin sekiz yüz lira. Toplumun çalışan nüfusunun yarısı aç ve bu insanların partisi yok. Ama onları aç bırakanların onlarca partisi var. Onlarca televizyonu var. Gazetesi var. Biz bu partiyi aç bırakılan işçi sınıfı emekçileri için oluşturduk. Buradan hiç kopmadık. Rotayı buradan hiç şaşmadık. Her zaman en iyi en gelişmiş kadrolarımızı sanayii bölgelerine gönderdik. Oralarda görevlendirdik. Halada öyle yapıyoruz. Fabrika çalışmalarını önemsiyoruz. O damardan hiç kopmadık. Birinci gücümüz bu. Solun ve sosyalist kesimin kendisine sosyalist diyen akımların partilerin birçoğu bunu unuttu. Fabrikaları unuttukları için o istikrarı sağlayamadılar. Bizim bir de parti olarak şöyle bir özgünlüğümüz vardır.  Partimize, AKP’li işçiler gelir, MHP’li işçiler gelir. İyi partili, CHP’li işçiler gelir. HDP’liler gelir. Seccadesini açar, namazını kılarlar. Geri gider, kimse yadırgamaz.  Biz işçilerin dinine de görüşüne de bakmayız. İşçileri birleştiren bir parti olma özelliği açısından emek partisi müstesna bir parti. Her partiye oy verenlerle görüşebilen bir parti. O işçiler ile buluşabilen bir parti. Bu bence o istikrarı sağladı. Bir de tabii biz çok mücadele ettik.

Mücadele ettiğiniz alanlar nelerdi, bahseder misiniz?

Biz Emek Partisi’ni 1995’te kurduk. Akıntıya karşı kürek sallayarak bu partiyi kurduk.  O zaman siz demodesiniz, sizin çağınız geçti deniyordu. Mesela gazete açısından da böyle deniyordu. Bir işçi gazetesi olan “Evrensel Gazetesi” için işçi gazetesi mi olur dediler. Siz kaç yıl yaşayacaksınız ki dediler. Ya siz bu gazeteyi 5 yıl bile götüremezsiniz, gücünüz ne ki. Sonra bir de yanına televizyonda kurulunca hem gazete hem televizyon nasıl götüreceksiniz. Karşınızda holdingler, bankalar patronlar var. Sizin ne holdinginiz, bankanız, fabrikanız var. Bunları nasıl yaşatacaksınız. Ama emin olun o televizyon kurulurken insanların evleri kapı kapı gezilip 1 liralar toplanarak 1 liralarla kuruldu.  Bakın biz Türkiye’de Metin Göktepe’yi kaybettik. “Metin Göktepe gazeteciliği” diye bir ekol çıktı. Evrensel Gazetesi, gençleri yetiştirip diğer televizyonlara, gazetelere gönderen bir okul haline geldi. Evrenselin 27. yılı. Üstelik yıkılmayan bir gazete. Maddi anlamda da yıkmaya çalışıyorlar. Demek ki doğru yoldaymışız. İşçiden vazgeçmediğin sürece onun dünyasından vazgeçmediğin sürece gazeten de partin de belirli bir doğrultuda ilerleyebilir. Şu an bir mali kuşatma var. Baskı var.  Şunu da hemen ekleyeyim. 11 Aralık ‘ta bir şenliğimiz var.  Çok büyük bir şenlik düzenleniyor İstanbul’da. Dayanışma şenliği. Onun dışında da hayat televizyonu kapatıldı. Hayat televizyonunla ilgili yargılanan yöneticiler beraat etti. Şu an bu televizyon niye yok. Bunun cevabı yok. Olağanüstü hal komisyonuna gidiyorsunuz. Olağanüstü hal komisyonu cevap vermiyor. Diyor ki başbakanlık genelgesiyle kapatıldı. Şu an başbakanlık yok. Eski Türkiye’de vardı. Şu an başkanlık var. Böyle absürt bir hukuk sistemi içerisinde hukuksal haklarımızı arıyoruz ama şunu ifade etmeliyim ki onlar saldırıyı arttırdıkları oranda Evrensele aboneler artıyor. Biz abonelerimizi arttırıyoruz. Şu an her yerde daha çok işçi mektubu alıyoruz. Daha çok gönüllü gençler muhabirlik yapıyor. Yüzlerce, binlerce muhabiri var Evrenselin. Paralı, profesyonel olmayan işçi muhabirlerden bahsediyorum. Onların dağıtıcıları var. Başka da yaşama şansı zor. Bunlar halktan topladıkları vergilerle paralara bir hortum bağlamışlar, yandaş basına aktarıyorlar. Kesinlikle özgür basına bu hakkı vermeyecekler. Bizim açımızdan artık gelinen bu yerde, bu bir siyasal sorun.

Ercüment bey. Emek Partisi Genel Başkanı olarak bugün iktidara gelseniz Türkiye için neler yaparsınız?

Parti programsızda belirtildiği üzere Türkiye’nin yakın hedefleri, orta hedefleri, dünyanın uzun vadede geleceği hedefler, yani sınıfsız sömürüsüz bir dünya haline gelmesi için bir program oluşmuş durumda. Dünya tahayyülümüz de var. Eşit, özgür, kardeşçe yaşayacağımız bir dünya tahayyülü. Türkiye için elbette işçi emekçi bir cumhuriyet hedefliyoruz. Sosyalist bir Türkiye hedefliyoruz. Her şeyden önce ama bu yola giderken yapılması gereken acil şeyler var. Şu an yapılması gereken halkın acil talepleri var. Biz halkın acil taleplerinden, işçi ve emekçilerin acil taleplerinden asla kopmayız. Onlar hep önceliğimizdir. Bu açıdan da Emek Partisi 9. Kongrede bunu ilan etti. Ekonomik alanda, demokrasi alanında, dış politika da yapacaklarımızı.

Sonra biz bu yılbaşında 16 Ocak tarihinde bir deklarasyon yayınladık. Bu deklarasyon bir ittifak deklarasyonuydu. Türkiye’yi bu karanlıktan çıkarmak için bu yoksulluktan çıkarmak için  güçlü, geniş cephe kurabiliriz. Bu cephe sadece Emek Partisi ile değil, kardeş, dost partilerle, emek ve meslek örgütleriyle birlikte olabilir. Ve nihayetinde 24 Eylül’e geldiğimizde, yakın tarihe geldiğimizde Emek ve Özgürlük İttifakı o çerçevede yeni bir deklarasyon yazarak kuruluşunu ilan etti. Buraya gelmiş olmamız çok değerli. Gerek 16 Ocak’ta parti olarak açıkladığımız maddeler gerekse 24 Eylül’de Emek ve Özgürlük İttifakının açıkladığı maddeler özetle şunu söylüyor.

Bir, iktidara gelirsek onu da şöyle demek bize göre doğru, halk iktidarının ilk gününde diyelim. Çünkü bizim iktidara gelişimiz diğer düzen partilerinden farklı. Onlar hep şöyle diyor,” Biz geleceğiz her şey güzel olacak, biz düzelteceğiz.” Biz öyle demiyoruz. Biz tabii ki oy da istiyoruz, değişim de istiyoruz. Mücadele de ediyoruz ama diğerlerinden farkımız şu. Bugün TBMM var. Bir de halk meclisi var. Biz  her mahallede, her fabrikada, her hastanede, her işyerinde, her üniversitede  halk nerede bulunuyorsa orada kendi meclisini oluşturacağız. Orada kendi konseyini oluşturacağız. Kendi delegelerini seçtirmelerini sağlayacağız. Aşağıdan yukarıya meclise kadar uzanan bir demokratik yönetim sistemi oluşturacağız. Yani halk doğrudan meclisin içinde olacak. Bürokratlar da dahil olmak üzere, milletvekilleri de dahil olmak üzere hiç kimse ortalama bir işçi maaşından fazla para alamayacak. Bunu kaldırıyoruz. Bu sistemi kaldırıyoruz.  Halk görevini yapmayanları görevden alma yetkisine sahip olacak. Yargıçları halk seçecek. Onları görevden almayı da halk yapacak. Böyle bir denetim sistemi kuruyoruz her yerde. Bütün iş yerlerinde işçi denetim mekanizmaları kuruyoruz. İş yerlerini işçiler destekleyecekler. Bu olmadan halk iktidarı olmaz. Bu olmadan hangi parti ben değiştireceğim, ben iktidara geleceğim, şunları yapacağım derse yalan söyler. Doğru söylemez. Önce bu mekanizmanın oluşması gerekiyor. Bu bizim programımızda var, Emek ve Özgürlük İttifakının programında da var bu. Burada anlaştık, beraberiz. Buna mukabil başlıca konuları   şöyle söyleyebilirim.

Ekonomik yeni bir toplumsal düzen inşa edeceğiz. Nasıl olacak. İşçi ve emekçiler daha mutlu daha refah içinde olacak. İlkemiz. Günde en fazla 7 saat çalışma, bunun üstünde çalışma yasaklanacak. Haftada en fazla 35 saat. İnsan gibi yaşayabilecek işçi. Yaşaması lazım. Çocuğuna zaman ayıracak. Ailesine zaman ayıracak ve iyi geçinecek. Bu toplumsal düzenin inşa edilebilmesi için yapılması gereken ilke o. Sermaye sınıfının, şu an bütün zenginlikleri elinde bulunduran, el koyan sermaye sınıfını baskılamak gerekiyor. Nasıl servet vergisi koyacağız? Çok kazanıyorsa, büyük servetlerin varsa, onun vergisini verebileceksin kardeşim. Asgari ücretliyle, milyon dolarları olanlar aynı oranda vergi veremez. Böyle bir şey yok.

İkinci olarak Kürt sorununun demokratik çözümü. Bunu mutlaka gerçekleştireceğiz. Bu sorun çözülmeden milyonlarca liralık kaynak çatışmalara gitmeye devam edecek. Canlar yanmaya devam edecek. Bunun çözümü çok basit. Türkiye Büyük Millet Meclisi deniyor, bunun yeri doğrudur. Ama yeterli değildir. Bütün halkı içine katan bir demokratik anayasa çalışması yapacağız yani Kürtler ve Türkler, Aleviler ve Sünniler bir bütün olarak, işçiler, emekçiler nasıl bir düzende yaşayabilir, nasıl bir arada yaşayabilir, taslak sunacağız.  Bu taslağı her yerde tartışmalara açacağız. Bir yıl sürecek tartışmalar. Onun neticesinde anayasayı yenileyeceğiz. Demokratik bir anayasa inşa edeceğiz.

Üçüncü nokta, dış politika. Bizim için çok önemli. Türkiye‘nin bu neo Osmanlıcı ve sürekli savaşları kışkırtan proaktif ve agresif denen dış politikadan kurtulması lazım. Bundan sonra yapacağımız ilk iş emperyalistlerle yapılan ikili, kirli anlaşmaları ifşa etmek olacak. Halka açıklayacağız bunları.  Ve barış anlaşmalarına yöneleceğiz. Komşu ülkelerle, komşu halklarla ve dünya halklarıyla barış siyasetine dönüyoruz. NATO’dan çıkmayı savunuyoruz. NATO’dan çıkacağız. Afganistan’da ya da başka yerlerde NATO’nun silahlı gücü olarak bulunmamız saçma. Biz ne Natocuyuz, ne Avrasyacıyız ne rusyacıyız ne abdciyiz. Tam demokratik Türkiye olmamız gerekiyor. Bunu sağlayamazsak Türkiye’nin başı belalardan kurtulmaz. Ve laiklik sorununu çözeceğiz. Bu Türkiye’nin ağır kanayan bir  sorunu gerçek anlamda bir laiklik için devletin yansızlığını örgütleyeceğiz. Demokratikleşme sürecinin başlatılması gerekiyor. Kadın hakları, gençlik hakları, ötekileştirilenler LGBT+ bireyler dahil olmak üzere ve tabii ki en önemlisi şu yer altı ve yer üstü kaynaklarının korunması şart.  Şu an ben geziyorum mesela Malatya’da, Dersim’de, Elazığ’da, Erzincan’da o 800 tane maden faaliyet alanı var. Altını üstüne getirmişler. Bizim yeşil alanlarımız kel tepelere dönmüş. Bunlara son verilecek. Hepsi halkın denetiminde olacak. Doğamızı da koruyacağız, hayvanımızı da koruyacağız. Börtü böceğimizi de. Sadece İnsan odaklı değil, doğa odaklı, çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakabileceğimiz bir Türkiye için bu tedbirleri alacağız. İhaleler, şirketler, yandaşlar ve talancılar yoluyla bütün ülke kaynaklarının yağmalanmasına son vereceğiz. Adalette yerini bulacak. Başka bir Türkiye’yi inşa edeceğiz. Uyuyan dev uyanıyor. İşçi sınıfı bütün dünyada gözünü açmaya başladı. Çünkü çok fazla ücret kesintisi, enflasyon derdi var. Isınma sorunu var. Bütün dünya ülkelerinde işçiler hareketleniyor ve grevler dönemi başlıyor. Bizim dönemimiz, bizim çağımız başlıyor. Bugüne kadar hep ezenler konuştu ama şimdi bizim cephenin konuşacağı bir çağ başlıyor. Göreceğiz bakalım el mi yaman bey mi yaman.  

Editör: Haber Merkezi