İnsan tüm bilgileri duyumlar vasıtasıyla, dolayısıyla da yaşamdaki öznesi veya izleyicisi olduğu eylemlerin sonuçlarından öğrenmektedir. Bu sebeple duyumsamadığı ve deneyimlemediği hiçbir şey insanın zihninde bulunamaz.
Bu felsefi görüşün, bunun aksini savunan görüşlere karşılık ve bir itiraz olarak ortaya çıktığı gayet açıktır. Bu demek oluyor ki Locke’tan, belki de yüzlerce yıl önce yaşamış kimi düşünürler, bazı bilgilerin insanın doğduğu anda zihninde var olduğu görüşünü ortaya atmış, benimsemiş ve desteklemişlerdir. Bununla beraber DNA’larımız aracılığıyla her birimize taşınmış, tüm insanlığın atalarının deneyimlerinin toplamı olan, insanların ortak duygu ve kabullerini ifade eden, Fransız sosyolog Émile Durkheim’in ortaya attığı “kolektif bilinç” kavramı vardır. Ayrıca, Carl Gustav Jung’un “tüm bireylerde; miras alınan ve evrensel olarak mevcut olan, paylaşılan; deneyimler, semboller ve arketiplerin bir deposu” olarak tanımladığı; düşüncelerimizi, davranışlarımızı ve algılarımızı etkilediğini söylediği “kolektif bilinçdışı” vardır. Bu iki düşünür bir noktada benzer şeyi ifade ederken kolektife ait olan bilgilerin bilinçte mi yoksa bilinç dışında mı yer aldığı konusunda ters düşmektedirler. Bu da yine bilinçdışı kavramının çok daha yakın ve psikiyatri ile psikolojinin gelişimi ile doğru orantılı olarak ortaya çıkması ile açıklanabilir.
Her nerede, hangi coğrafyada, hangi ırktan olmuş olursak olalım; bilinçaltımızda sakladığımız, bizi dünyanın öteki ucundaki ile benzer kılan, evrensel sembol ve kalıplardan oluşan bir bilgi ve bilgelik olduğu ve bunu farklı arketiplerle dışarıya yansıttığımız düşünülüyor. Dolayısıyla bu, tam da dünyaya boş, temiz bir levha ya da sayfa olarak geldiğimiz görüşü ile de bir noktada ters düşüyor. İnsanın kendi bilinçdışına erişmesi bu yöndeki bilinçli bir çabayı gerekli kıldığı gibi bu çaba insanın kendini gerçek anlamda keşfetmesinin ve dolayısıyla da gelişiminin de önünü açacak olan anahtara da dönüşüyor. Hep dile getirdiğim gibi: Net olarak bilmediğiniz becerileriniz ve eksikleriniz için uygulayacağınız genel geçer bir geliştirme çabası zaman ve emek kaybına sebep olabilir. Sizde bulunan, diğerlerine göre daha fazla gelişmiş ya da gelişmeye müsait kaslarınızı bilirseniz çabanızın karşılığını daha hızlı ve daha az emek ile alabilirsiniz. İyi bir şarkıcı olabilecekken mühendis olabilir ya da başkaları istiyor diye doktor olmak yerine yaptığı yemeklerle herkesi mutlu eden bir aşçıya dönüşebilirsiniz. Bir başkasına anormal görünen bir beceriniz bu hayatta sizi sonuna kadar mutlu eden bir ideale dönüşebilir.
İnsan bu yaşama boş mu yoksa dolu bir zihinle mi geliyor emin olmak zor ve bu uzun bir felsefi tartışma olabilir ancak bence eğer insan hayata gelirken yanında bir şey getiriyorsa o da net olarak “sevgi” ya da ona olan aşinalığı olmalıdır. Yeni doğmuş bir bebeğe göstereceğiniz bir sevgi, içinde sevgi barındıran eylemlerin onda yarattığı iyi duyguların yüzüne yansıdığını ve kimi zamanda kendince buna karşılık verdiğini görmek mümkündür. Yüzündeki büyük bir gülümsemenin mutluluğun açık bir ifadesi olduğunu söylemek zor değildir ki mutluluk bizi iyi hissettiren etkilerin üzerine ortaya çıkan anlık bir duygudur. Bir insanın genetik olarak taşıdığı ortak ve en net bilginin sevgi, dahası “koşulsuz sevgi” olduğunu düşünüyorum. Kimileri sevginin koşulsuz olmayacağını, herhangi bir nedene bağlı olmayan bir sevme eyleminin mümkün olmayacağını düşünse de ben buna katılmıyorum. Zaman içerisinde bize hiçbir şeyin karşılıksız olmayacağını öğreten bu dünyanın içimize ektiği kötü bir tohum olduğunu düşünüyorum bu kabulün.
Aynı yumurtanın ikizi olan kardeşlerin bile farklı aile, kültür ve eğitimlerle yetişmesi sonucunda bambaşka insanlara dönüşebileceği hepimizce malum. Yani, insan ilk doğduğu andan itibaren her türlü şekli alabilecek yumuşak bir hamur gibi, aldığı kadar un sınırına ulaşana kadar dışsal etmenlerin etkisine maruz kalmaya açıktır. İster bu hamurla lezzetli, herkesin seveceği, iyi, cömert, huzurlu, mutlu, sevgi dolu isterseniz de tam tersi olan kötü bir birey yaratın. Hiçbir insanın doğuştan saf kötü olduğuna inanmıyorum. Her insanın içinde her iki yöne de gitmeye eğilimi olan ancak neyle beslenirse ona meyil eden bir karakter taşıdığını düşünüyorum. Kendini bilene ya da dizginlerini eline alana kadar insanı o anki insana dönüştüren etkenlerin ya insanın içindeki sevgiyi büyüttüğüne ya da özellikle diğer insanların ve dış dünyanın bilinmezliğiyle korkutularak kötü olmaya, dolayısıyla da sevgiden yoksun bireyler olmaya zorlandıkları kanaatindeyim.
Yaşama yani kendisi dışındaki her şeye şüpheyle ve potansiyel tehdit olarak bakan, sürekli olarak zarar göreceği endişesiyle yaşamını sürdüren birinin başkalarını koşulsuz olarak sevmesi, en baştan böyle bir kabulle yaklaşması mümkün değildir. Böyle birinin kendisi dışında kalan dünya için iyi bir şey yapmasını beklemek de fazla iyimser olacaktır. İlkel insanı hayatta tutan “korku” bugünün koşullarındaki insanı, geçmişin vahşi hayvanlarından daha vahşisine dönüşen insandan kendini koruması için evrilmiştir. Korkuyu besleyen ve korkudan beslenenlerin, kötüden koruma bahanesiyle daha kötü olmalarına göz yumulmasını bekleyenlerin hakim güç olduğu bu dünyanın panzehri sevgidir. Farklılıklarımızın bir seçim değil içine bedenlendiğimiz zamanın getirdiği zorunluluk olduğunun farkına varmak farklılıklara olan nefretimizin soluğunu kesecektir. Hayatta kaldığımız süre içerisindeki; kavgaların, çatışmaların, anlaşmazlıkların ve savaşların anlamsızlığını anlamak için yüzlerce, binlerce yıl içerisinde yok olup gitmiş; insanları, milletleri, devletleri, ülkeleri, diller ve inançları hatırlamak yeterlidir. Bugün bir imparator değil daha çok bir filozof olarak hatırlanan Marcus Aurelius’un da dediği gibi: “Çok yakında her şeyi unutacaksın, her şey de seni.”