Yani, yaşam dediğimiz şeyi elimizde tutmamız, diğerleri ile beraber içinde bulunduğumuz bu yaşamda kendimize bir yer bulmamız ve dahi onu koruyabilmemiz için emek harcamak zorundayız.
İçine doğduğu yaşam hızla uyumlanma becerisine sahip olmayan, dünya üzerindeki tek canlı insan olabilir belki de. Yaşamda şahit olduğumuz ya da izlediğimiz pek çok vahşi yaşam belgeselinde gördüğümüz gibi, birçok canlı türünün yavrusu içine doğduğu koşullara zorunlu ve hızlı bir uyum sağlamak durumundadır. Uyum sağlamak için içgüdüsel olarak gerçekleştirdiği eylemler, o canlının kendisine ait bir yaşamının olup olamayacağının belirleyicisi haline gelir. Ya doğar doğmaz o çelimsiz bacakların üzerinde doğrulmayı ve ilk adımlarını atmayı başaracaksınız ya da açlığı başına vurmuş bir yırtıcının öğünü olacaksınız. Bugün böyle bir anı izlemek ve olası sonuçlarını bilmek normal geliyor; bunun doğanın kanunu ve besin döngüsünün bir gereği olduğunu ne kadar biliyor olsak da, izlemek ve gerçekleştiği ana şahit olmak bir nebze de olsa yürek burkucudur.
Diğer türlerden farklı olarak, üzerindeki böyle bir baskı olmadığında yaşamı tutmayı başaran insan açısından oluşan uyum gereksinimleri, vahşi yaşamdakinden oldukça farklıdır elbette. Pek çok insan “Bebek o, anlamaz!” diyerek birçok konudaki eylem ve söylemlerinde dikkatsiz ve özensiz davranır; ancak bugün, bebeklerin belirli bir zamandan itibaren etraflarındakileri algıladıklarını, anlamlandırdıklarını ve öğrendiklerini biliyoruz. Bu da “Ağaç yaşken eğilir” atasözündeki “yaş”ın düşündüğümüzden çok daha erken zamanlara denk geldiğini gösterir.
Doğal seçilim yoluyla, yani her bir genin kendinden öncekilerin en iyi özelliklerini bir sonrakine aktarması ile var ettiği nesiller, kendinden öncekilerin daha iyi bir hali olarak dünyaya gelir. İyi genlerin aktarılması, daha iyi yaşam ve beslenme koşulları, eğitim, spor ve pek çok olumlu katkı; yaşamın bugünkü koşullarıyla daha uyumlu olabilme ve öncekinin üstüne çıkabilme potansiyelini insan bünyesinde barındırır.
Bireyin annesi, babası ya da her iki taraftan da bazı akrabalara ve atalara benzemesi, genetik aktarımın açık ve olası bir sonucudur. Tüm bu fiziksel aktarımların yanı sıra, kolektif bilinçdışı ile de hem kendi hem de uzak atalarımızın, arketip denilen uzun yıllar boyunca karşılaşılan benzer veya ortak durum ve olaylara karşı ortak davranış kalıplarının aktarıldığını psikoloji bilimi aracılığıyla biliyoruz. Belirli coğrafyalarda, bölgelerde, topluluklar içerisinde yaşayan insanların istemsizce, ama aslında genetik aktarım sonucu; benzer durumlarda korktuklarını, öfkelendiklerini, meraklandıklarını, cesaretlendiklerini vb. gördüğünü biliyoruz. “Buranın insanı böyledir!” diye ifade ettiğimiz şeyin ardında aslında çok daha uzun zamanlara dayanan bir birikim olduğunu böylelikle anlamış oluyoruz.
Doğduğu koşullara genetik olarak uyum sağlama eğiliminde olan insan, zaman içerisinde ailesinin çoğu zaman dayatma olan telkinleri, içinde bulunduğu toplumun normları ve eğitim hayatının öğrettikleriyle yeni uyum becerileri geliştirir. Kendisi de benzer süreçlerden geçen ebeveynler, insanın bu becerileri geliştirdiği ve yaşama dair temelde değerleri öğrendiği ilk yeri; toplumun en küçük parçası olan aileyi oluşturur. Zira, toplumun belki de normal olmayan kimi normlarına uyum ile okul hayatındaki bilgilerden insanın işine yarayacak olanları seçip almak konusundaki becerisi, yine ailenin bireyin gelişimindeki rolüne bağlıdır. Elbette, kendi çabası ile araştırıp okuyacak ve kendi süzgecinden geçirecek olan insan, kendisini daha yüksek bir bilinç seviyesine çıkarabilir. Ancak psikolojik, sosyal ve entelektüel bakımdan iyi bir ailede yetişen birey açısından bu, sıfır noktasından veya eksiden başlamak arasındaki fark gibidir.
İlk andan itibaren bir topluluk içinde yaşama pratiğinin içine doğan insan, erken yaşlarda o topluluğun kriterleri ile uyumlu davranışlar geliştirir. Çünkü topluluğun veya toplumun parçası olmak normal ve olması gereken bir durumdur. Yani, o toplulukta var olmak ve hayatta kalmak, yaşamın kalanında hayatta kalabilmek açısından bir meydan okuma gibidir. Dolayısıyla meydan okuyorsanız, o meydan okumayı kazanmanızı gerektirecek becerilerle donatılmış olmanız gerekir; değilseniz bile sonradan onları edinmeniz gerekir. Bu demek oluyor ki, bu gezegende içinde bulunacağımız binlerce, milyonlarca farklı topluluk ve onları içinde barınabilmek için gerekli - o denli çok olmasa da - birbirinden farklı beceriler vardır ve gerektiğinde geliştirilebilirler.
Peki bu, dünyada tüm insanlar için ortak ve her toplulukta geçerli olan beceri ve değerler olmadığı anlamına mı gelir? Elbette gelmez. Çünkü tarih aracılığıyla; farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda, farklı inançlarda ve farklı topluluklarda aynı değerlerin önemsendiğini ve benimsendiğini biliyoruz.
Bugün hayatta kalmak bir yırtıcının avı olmaktan çok, ekonomik ve sosyal olarak var olmak demek olan insana açısından geliştirilen ortam ve şartlara uyum becerisi; evrensel değerlerin bazılarını terk etmeye ve eline güç geçince de bunları moda olan yenileri ile değiştirme çabasına dönüşmüştür. Bu da bugün, bir noktada, kendisi için iyi olanla herkes için iyi olan arasındaki seçimi bencillikten yana kullananların var olduğunun kanıtıdır. Çünkü bu dünyada yaşanan bunca anlaşmazlığı, kötülüğü, acıyı, açlığı ve mutsuzluğu açıklayabilmek başka türlü mümkün olamazdı. Hatta dış dünyaya karşı “iyi” resmi çizen onca kişi, şirket, topluluk, inanç ve devletlerin bile aslında bir iki yüzlülük içerisinde olduğunu, tutarsız olan söylem ve eylemlerinden açıkça kavrayabiliriz. Yine, bazıları binlerce yıllık felsefelere dayanan ve son yıllarda popülaritesi artan kişisel gelişim akımlarına ilgi duyan insanların çoğunun, gerçek bir arınma, iyilik, gelişim ve olgunlaşma halinde olmaktan ziyade bir “öyleymişlik maskesi” ile gezdiğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Öyle olmadığı hâlde -miş gibi yapmayı, görünmeyi, davranmayı alışkanlık haline getiren insanların, kişisel olarak gelişmek ve olgunlaşmaktan ziyade her geçen gün kendilerine yabancılaştıklarını fark etmeliyiz. Öyle ki, her biriyle uyumlu olma çabasındaki ilkel insan, bugün eriştiği zeka ve bilinç seviyesine rağmen dünyayı, doğayı ve diğerlerini kendisine ve isteklerine uydurmaya çalışan, ölçüsüz, çıkarcı, tatminsiz, sorunlu, saldırgan, yıkıcı, sorumsuz ve uyumsuz modern insana evrildiğini de artık itiraf etmeliyiz.