KÜLTÜR SANAT

Kitap sayfamızda bu hafta: 'Kötülük daima en kolay yapılan şeydir'

Turan Horzum'un İz Gazete'ye hazırladığı kitap sayfasında bu hafta...

Abone Ol

Hazırlayan: Emel Kadör

İyi yazarlar yanıltmıyor insanı. Hele onların bazı eserleri ise, yeniden yeniden okutuyor kendini. Körlük de onlardan biri. Portekizli yazar Jose Saramago’nun, insanların birden kör olmaya başlamasıyla; tüm duygularını yitirip salt hayatta kalabilmek amacıyla en barbar, en acımasız hallere büründüklerini gösteren distopik bir roman.

Romanı yazma fikri, bir restoranda siparişini beklerken aklına gelen “Ya hepimiz kör olsaydık?” sorusuyla oluşur. “Dünya üzerindeki çelişkilere, zengin ülkelerin bencilliğine, yoksul ülkelerin yalnızlaştırılmasına ‘milyarlarca insanın bu gezegende aç bırakılmasına dair bir körlük. Ya körüz ya deliyiz” diyor Saramago kitabı yazmaya götüren nedeni açıklarken.
Trafikte kırmızı ışığın yanmasını bekleyen bir adam birden hiçbir şey göremez. O adamdan bir kente, giderek tüm ülkeye yayılan körlük hızla bir salgına dönüşür.

Konfor alanlarında erinç içinde yaşayan bireylerin gözlerini beyaz bir süt ormanına dönüştüren körlükle aniden karşılaşmaları büyük panik yaratsa da umut merkezi olarak görünen devletin kendilerini bu salgından kurtaracağı inancını taşırlar. Ancak zaman geçtikçe bu yapının aczi ile karşılaşırlar. Devlet görevlilerine göre felakete uğrayanları yok saymak en kolay çözümdür. Otoriter baskı altındaki toplum, çözülür ve vahşi bir varoluş kavgası içine sürüklenir.

Yazar; insanın, maskeleri düştükten ya da maskelerinin işlevi olmadığını anladıktan sonra geride kalanın hikayesini anlatıyor. Bir doktorun, bir eczacının, bir polisin, sıradan bir yurttaşın, bir şoförün, bir posta memurunun, bir hırsızın, apartmanımızda komşumuz olan herhangi birinin, hepimizin, birimizin, herkesin körleşmeyle birlikte sırı atan bir vazoya dönüşen nereye çekilirse oraya giden, açlığını gidermekten başka hiçbir şeyi önemsemeyen bir canlıya dönüşen insanı-toplumu resmediyor.

Haziran 2010’da kaybettiğimiz Jose Saramago 1922’de Lizbon kırsalında yoksul bir köylü çocuğu olarak doğar. Büyükannesi ve dedesinden dinlediği hikayeler ileride yazarlığını besleyecektir. Lizbon’a taşınan aile ekonomik güçlüklerle boğuşur. Liseden ayrılıp bir meslek lisesine devam ederek makinist olur. Tamircilikten, editörlüğe, gazete yazarlığından, çevirmenliğe pek çok işte çalışır. 1947’de ilk romanı Günah Ülkesi yayımlandıktan sonra yirmi yıl yazmaya ara verir. 1991 yılında yayımlanan İsa’ya Göre İncil romanı ile Roma Katolik Kilisesi’nin şimşeklerini çeker. Portekiz hükümetine yapılan baskı sonucu edebiyat ödülüne adaylığı engellenir. Bunu sansür olarak gören Saramago, ülkesini terk eder ve Kanarya Adaları’ndaki Lanzarotte’e yerleşir. Körlük ile 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Bu ödülü alan ilk Portekizli’dir.

Salt roman değil şiir, öykü, oyun, deneme türlerinde de ürünler veren Saramago’nun, süsten uzak, son derece yalın bir dili var. Anlatırken, okuru içine alıp körlerle birlikte yolculuğa çıkarıyor. “Kötülerin ve kötülüğün içinde, az da olsa iyilik var mıdır? Bu yoksunlukta böyle mi olur? İnsan önce yaşayacak ki düşünsün. Kahretsin ölmek daha mı iyi? Hayır yaşamak umuttur. Yaşamak mücadele etmektir” sorularını da okurun yanına bırakıveriyor.

Geleceğe tanklık etmek için; onurla tüm aşağılanmalardan dimdik çıkmanın önemini düşündürüyor.
Dışkılar içindeki insanın onurunu, ‘kadınsan vereceksin ki yaşam devam etsin’i, içinizi döndüre döndüre okutuyor Saramago.

“Yarını dert etmeyen, peşin ödeyenin her zaman kötü hizmet aldığını unutan körlerin çoğu her koğuşta huzurlu bir uyku çekiyordu. Diğerleri ise, yaşadıkları aşağılanmalardan onurlu bir çıkışı boş yere aramaktan yorgun düşmüş, bolluk içinde olmasa da, daha özgür, bugünden daha iyi günlerin hayalini kurarak yavaş yavaş uykuya daldılar. Sağ taraftaki ilk koğuşta tek uyumayan doktorun karısıydı…” Bir doktorun karısı, bir kadının gözleri görüyor sadece, körlerin vahşileşmesini… Bir kadın; iyiliği, cesareti, kurtuluşu ve yeniden var oluş umudunu simgeliyor.

“…Bizim sorunumuz örgütlenme, önce beslenmeli, sonra örgütlenmeliyiz, bu ikisi yaşamda en gerekli şeyler…. Önemli olan kendimize olan saygımızı yitirmemek.”

Var olan gerçeklerle mücadele ederken, hele ülkemizde her gün yeni bir baskı haberine uyanırken; bunların daha da beterlerini, totaliter rejimlerin insan ve toplum üzerindeki etkilerini kurgulayan distopyalar, okunması pek kolay olmayan eserler. Ne ki kurgulananların yaşamdan süzülenlerle harmanlanması edebiyatın sorgulayıcı yönünü oluşturur. Körlük’de Saramago, yarattığı distopik ortamla insana, insanlığa bir ayna tutuyor. Örgütlenmek bir bakıma görmeye başlamak demektir, diyor Saramago.

KÖRLÜK / Jose Saramago

Barbarlık Kıskacında Kimliğin İnfazı: Ortadoğu'da Maalouf'un Barış Hayali ve Said'in Sessiz Çığlıkları

Hazırlayan: Erinç Büyükaşık

"İçinde bulunduğumuz çağ, aşırılık ve barbarlık çağıdır," der Eric Hobsbawm. Bu tespit, kuru bir tarihsel gözlemden çok öte, Ortadoğu'nun her bir köşesine saplanmış bir hançerin paslı izidir. Coğrafya, haritalarda değil, parçalanmış bedenler ve paramparça edilmiş bellekler üzerinde yeniden çizilirken, bombaların gürültüsü hafızayı sağırlaştırmakta, kimlikleri küle çevirmektedir. Gazze'de enkaz yığınına dönen evler, Hayfa'da yarım kalan düğünler, Şam'da boğulan şarkılar... Tüm bu yıkımın ortasında Amin Maalouf'un "Doğunun Limanları" romanı, Edward Said'in "Oryantalizm" eleştirisiyle yan yana düşünüldüğünde, sadece bir edebi eser olmaktan çıkar; kültürel, tarihsel ve politik bir feryada, bir isyana dönüşür. Bu yazı, Said'in temsil ve epistemik şiddet kavramları ile Maalouf'un kimlikler ötesi barış anlatısını harmanlayarak, Ortadoğu'da kol gezen barbarlık söyleminin çok katmanlı, yıkıcı doğasını deşifre etmeyi amaçlamaktadır.

Hobsbawm'ın işaret ettiği çağ, yalnızca top sesleriyle değil, aynı zamanda belleklerin, kimliklerin ve anlatıların sistematik olarak parçalanmasıyla tanımlanır. Ortadoğu, bu barbarlığın kalbine yerleşmiş, kanayan bir yaradır. Buradaki barbarlık, sadece fiziksel bir yıkım değil; aynı zamanda epistemik ve estetik bir şiddettir. Gazze'de bir okulun hedef alınması, sadece bir binanın değil; bir ulusun belleğinin, kültürel sürekliliğinin ve gelecek tahayyülünün bilinçli olarak imha edilmesidir. Bu şiddet biçimi, Said'in deşifre ettiği oryantalist temsilin güncel, kana bulanmış bir izdüşümüdür: Doğu, durmaksızın krizler ve kaos içinde sunularak Batı'nın "kurtarıcı" müdahalesine davetiye çıkarılır. Böylece Ortadoğu'da yaşanan yıkım, adeta "doğallaştırılır", istikrarsızlık bu topraklara "içkin" bir kader gibi gösterilir. Gazetecilik diliyle, manşetlerle, uluslararası diplomasinin riyakâr söylemleriyle yeniden üretilen bu temsil biçimi, Doğu'nun konuşmasına değil, onun hakkında pervasızca konuşulmasına zemin hazırlar; kendi hikayesini yazma hakkını elinden alır.

Edward Said, Doğu hakkında üretilen bilginin "masum" olmadığını, aksine bir iktidar pratiği olduğunu haykırır. Oryantalizm, bir bilgi biçimi değil; Batı'nın Doğu'yu eksik, irrasyonel, edilgen ve daima kurtarılmaya muhtaç olarak tanımlama aygıtıdır. Bu tanımlama, Doğu üzerinde yönetme, hatta tahakküm kurma hakkını da beraberinde getirir. Ortadoğu'daki şiddet, sadece kanlı bir fiziksel gerçeklik değil; aynı zamanda temsili bir silinme sürecidir. Said'in "epistemik şiddet" olarak adlandırdığı tam da budur: Bilgi üretimi, kimlerin sesinin duyulacağını, kimlerin görünür kılınacağını ve kimlerin tarihin sayfalarından silineceğini belirleyen kör bir güçtür.

İşte bu kanlı bağlamda, Maalouf'un anlatısı sessizleştirilmiş hafızalara bir nefes borusu açma, onları gün yüzüne çıkarma girişimidir. Doğunun Limanları"nda İsyan karakteri, yalnızca bir birey değil; anlatılmamış tarihlerin, bastırılmış hafızaların, unutulmaya yüz tutmuş ortaklıkların yaşayan bir anıtıdır. Roman, kimliklerin birer çatışma nesnesi değil; ortak bir yaşamın ve insanlığın köprüsü olabileceği sarsıcı bir tahayyül kurar.

Amin Maalouf'un İsyan'ı: Kimliklerüstü bir çağrıya evlilik yeminleri

Kemal Timur'un da dikkatle incelediği gibi, İsyan karakteri, çokkültürlü bir mozaiğin, adeta tarihin içinde erimiş bir simyanın ifadesidir. Osmanlı soyundan gelen, annesi Ermeni, babası Türk, eşi Yahudi olan bu figür; kimliklerin ayrılık duvarları olmaktan çıkıp, insanlık adına birleşmenin köprüsü haline gelebileceğinin yaşayan kanıtıdır. Maalouf'un romanında evlilikler, cenazeler, evler; sadece mekânsal ya da bireysel olaylar değil, kolektif hafızanın barbarlığa karşı direniş biçimleridir. İsyan ile Clara'nın evliliği, aşk üzerinden inşa edilen, tüm yıkıma meydan okuyan bir barış ütopyasıdır. Birlikte çalınan Doğu ve Batı orkestraları, bir aradalığın ve uyumun mümkün olduğu, zamansız bir ana, adeta bir vaade işaret eder.

Ancak bu ütopyanın bir de karanlık yüzü vardır: İsyan'ın hafıza kaybı, sadece bireysel bir travma değil; Ortadoğu'nun bilinçli olarak unut(tur)ulan hafızasının, bir nevi kültürel amnezinin metaforudur. Roman boyunca hatırlama ile unutma, aşk ile savaş, kültür ile yıkım acımasızca iç içe geçer. Bu yapı, Maalouf'un anlatısını sıradan bir nostaljiden çıkarır; onu güçlü bir hafıza politikasına dönüştürür.

Belleği Savunmak: Sanatın Direniş Kalesi ve Paris'e Taşınan Anahtarlar

Barbarlık döngüsünün en belirgin, en acımasız özelliklerinden biri, belleğin doğrudan hedef alınmasıdır. Maalouf, bu amansız saldırıya karşı belleği korumak için sanatın ve anlatının sığınağını kullanır. Beyrut'taki malikâne, adeta sanatın ve hafızanın son kalesidir; orada fotoğrafçılık kulübü, şiir geceleri ve sergiler düzenlenir. Bu etkinlikler, kültürel bir direnişin, varoluşsal bir başkaldırının sesidir. İsyan'ın babasının kurduğu arşiv, aynı zamanda bölgedeki çok kültürlü, zengin geçmişin paha biçilmez bir belgesidir. Bu evin yanması, sadece fiziksel bir yıkım değil; ortak bir kültürün, müşterek bir hafızanın sembolik çöküşüdür.

Romanın sonunda İsyan'ın Paris'e, evin tüm anahtarlarıyla gitmesi; geçmişin ağır yükünü, belleğin silinmez izlerini ve hala açık kalmış bir barış imkanını taşır. Bu anahtarlar, Ortadoğu'nun çözülmemiş, kangren olmuş sorunlarının anahtarlarıdır aynı zamanda. Barış, ancak bu ağır yükü taşıyanların, unutulmuşlukla mücadele edenlerin ellerinde yeniden tanımlanabilir, yeniden inşa edilebilir.

Ortadoğu'da barışın mümkün olup olmadığını sormak, yalnızca soğuk bir siyasal analiz değil; aynı zamanda estetik, kültürel ve etik bir sorgulamadır. Amin Maalouf'un romanı, bu soruya didaktik bir cevap sunmaz; ancak onu parçalanmış bir insanlık durumunun merkezine yerleştirir. Edward Said'in temsil adaleti çağrısıyla buluştuğunda, Maalouf'un metni, bir tahayyül alanına dönüşür: Barış, burada sadece uzak bir siyaset hedefi değil; anlatılar, hafıza ve estetik yoluyla yeniden kurulabilecek bir insanlık durumu, yitirilmiş bir müştereklik haline gelir.

İsyan'ın elindeki anahtar, yıkılmış malikânenin değil; barbarlık tarafından unutulmaya terk edilmiş müşterekliğin kapısını açma arzusudur. Bu kapı, tarihin enkazı altındaki, zorlu ama var olan bir barış ihtimaline açılır. Maalouf, bu ihtimali Clara ve İsyan'ın rıhtımda, geleceğe umutla bakan buluşmasıyla gözler önüne serer. Onlar sadece birer karakter değil; bir çağrının ete kemiğe bürünmüş halidir: Kimliklerin dar kalıplarına değil, insanlığın evrensel özüne yaslanarak yaşama dair, acı dolu ama vazgeçilmez bir çağrı.

Okuma önerileri: Belleğin ve direnişin izinde

Bu eleştirel analizi derinleştirmek isteyen okuyucular için, Ortadoğu'nun karmaşık dokusunu anlamaya yönelik hem kuramsal hem de edebi nitelikte, ufuk açıcı bir okuma listesi sunulmuştur:

Kuramsal ve Eleştirel Metinler:

Edward Said – Oryantalizm: Batı'nın Doğu'yu nasıl kurguladığını ve bu kurgunun kültürel, politik tahakkümdeki rolünü deşifre eden temel metin.
Homi K. Bhabha – The Location of Culture: Kimlik, melezlik, temsil ve kültürel farklılık üzerine postkolonyal düşüncenin mihenk taşlarından.
Eric Hobsbawm – Aşırılıklar Çağı: 20. yüzyılın politik ve kültürel krizlerini, barbarlığın yükselişini derinlikli bir tarihsel analizle ele alır.
Michel Foucault – Bilginin Arkeolojisi: Bilgi, iktidar ve söylem arasındaki karmaşık ilişkileri anlamak için vazgeçilmez bir teorik zemin sunar.
Hamid Dabashi – Post-Orientalism: Knowledge and Power in Time of Terror: Edward Said sonrası dönemde Oryantalizm eleştirisinin güncel siyasetteki, özellikle "terör çağı"ndaki izdüşümlerini inceler.

Tanıklık ve Kurmaca Metinler:

Amin Maalouf – Doğunun Limanları: Ortadoğu'da kimlikler arası geçişkenliğin, çokkültürlülüğün ve hafızanın romanı.
Mahmoud Darwish – Belleğimde Bir Yer Var: Seçme Şiirler: Filistinli şairin halkı ve vatanı için kaleme aldığı şiirlerle direnişin estetik ve insani boyutunu gözler önüne serer.
Jabra Ibrahim Jabra – Kayıp Cennet: Ortadoğu'daki kaybedilen ütopyaların, parçalanan modernitenin ve yitip giden umutların simgesi olan bir roman.
Elias Khoury – Babam Kimdi Bilmeden: Lübnan iç savaşı bağlamında hafıza, anlatı ve travma üzerine çok katmanlı, sarsıcı bir roman.
İhsan Oktay Anar – Amat: Doğu'nun metafizik ve tarihsel belleğini, sıra dışı bir kurgu aracılığıyla yeniden inşa eden güçlü bir anlatı.