Asya Yaşarikiz -  ‘Ölmez Ağaç Yırca’ belgeseli ile tanınan Kazım Kızıl Kamera Sokak ekibinin kurucuları arasında yer alıyor. Ege Üniversitesi’nde eğitim alan Kızıl, hak temelli tüm mücadeleleri video ve fotoğraflarıyla evrenselleştiriyor.

Fotoğraf ve video işine nasıl başladın, kendinden biraz bahseder misin?

İlk deklanşöre basışım 5-6 yaşlarında, Hatay’da halamın verdiği fotoğraf makinasıyla oldu. Mahallede dolaşıp fotoğraf çekmiştim ama meğer makinanın içinde film yokmuş. Yani çektiğim en güzel fotoğrafları sadece ben biliyorum. Ama yirmi sene sonra Hatay Yayla Dağ’a gidip ilk deklanşöre bastığım yerde tekrar fotoğraf çektim. Üniversiteye 2005 yılında başladım ve o sırada Zenit ve Konica marka kompakt makinalarımla çekimler yaptım. İlk başlarda her şeyi çekiyordum; arkadaşlarım, doğa, portre, belgesel fotoğraf. Bütünlemelere girmeyip, sabah otogara gidip Ödemiş, Torbalı, Bozdağ, Kula, Aliağa, Bergama gibi yerleri makinamla dolaştım. Bu gezmelerim benim için çok yararlı oldu ve sonrasında da devam ettim. Daha önce bireysel takıldığım eylemlere artık makinamla katılmaya başladım. İlk videomu da Gezi’den önceki 1 Mayıs’ta Okmeydanı’nda çektim. Hatta bu çekimde polisler makinamdaki her şeyi sildi fakat kurtarabilmeyi başardım. Silen polislerden biri tarafından Gezi süresince ve sonrasındaki bir ayda, sosyal medyadan tehdit edildim. Okmeydanı’nda amacım polis şiddetini belgelemekti. Ve bu yüzden bir polisin tepkisini çekince, yaptığım çekimlerin bir işe yaradığı algısı oluştu. Bu olay benim için bir milat oldu denebilir. Ardından gezi direnişiyle birlikte polis saldırında makinamı kaybettim. Yeni makine alamayıp telefon aldım. Çekimleri telefonla yaptım fakat tatmin olmamaya başladım ve kısa videolar çekmeye başladım. Böylece videonun bende etkisi farklı olmaya başladı ve video üzerine odaklandım. Videonun daha farklı bir dilini anlatımını fark ettim. Ve şu anda da ağırlıklı olarak video çekiyorum.

Seni belgesele iten ne oldu?

Gezi’nin üç ya da dördüncü gününde fotoğrafçı arkadaşlarla birlikte Kamera Sokak ekibini kurduk. Eylemler azalınca çekimler de azalır oldu fakat biz video ve fotoğraf çekmeye devam etmek istedik. Bu birinci etken benim için. Çektiğimiz fotoğraf ve videolar bir süre sonra dayak, işkence gibi insan haklarına aykırı durumların çekimlerine dönüştü.  Tadı, kokusu, rengi olan üç boyutlu imajları fotoğrafa döktük. Fakat bunu çok sık yaptığın zaman onun tam karşıtı bir şeyi yani bunu normalleştirmeye başlıyorsun.  Bir süre sonra şiddetin pornosunu çekiyor gibi hissediyorsun. Bunu fark ettiğimde hala eylemlere gitsem de daha çok insana odaklanmaya başladım.  Video röportaj gibi kısa belgesel tarzında çekimler yapmaya ve ‘Eli yüzü düzgün’ bir şeyler çekmeye başladım.  Belgesele geçişim böyle oldu. O ana, birkaç güne dair haber vermek değil daha geniş zamana yayılan videolar çekmeye başladım. Örneğin iki yıl önce çektiğim Yırca belgeseli hala bir yerlerde gösteriliyor. Çünkü olaylardan sıyrılıp olgulara, geniş zamana hitap eden bir şeyler çekmek için belgesele yöneldim.

Basın açıklamaları gibi birçok toplumsal direnişte kamera arkasındasın. Sana direniş belgeselcisi/fotoğrafçısı diyebilir miyiz?

Bir parça öyle olabilir ama bu da kısıtlayıcı bir şey. Sadece direniş çekmiyorum. Örneğin incirci amca, imece evi var. Bunların da altına bakarsak yine bir direniş var ama genel anlamda anladığımız bir direniş yok. Tabi basın açıklamaları, newroz, Dünya Barış Günü, 6 Kasım vs. onlara öyle diyebiliriz ya da İzban grevi ile ilgili yaptığım videolar. Yaptığım şeyleri bir bütün olarak düşününce, tam karşılığını aldığım bir kavram değil direniş belgeselciliği ya da fotoğrafçılığı.

Video aktivizm diyebiliriz belki?

Çekimlerin yapılış amacı, kurgu aşaması, dağıtım aşamasına bakarsak video aktivizm diyebiliriz. Ben videolarımı herhangi bir festivale yarışmaya sokmuyorum. Videolarımı çoğu zaman dayanışma içinde çekip, sonra onları kurgulayıp sosyal medyadan, vimeo twitter facebooktan paylaşıyorum. Politik video/belgesel çekmek çok zor değil. Çocuk istismarını, kadının uğradığı şiddeti çekebilirsin ama onun üretim, dağıtım aşaması da politik mi önemli olan bu. Festival kafasıyla çekiyorsan şu fonu alayım vs. gibi orda başka bir aşamaya geçiyorsun. Bu kötü ya da olmaması gerek diye demiyorum. Yaptığım için farkını anlatmaya çalışıyorum. Tanıma oturtacaksak literatürdeki adıyla video aktivizm diyebilirim.

Belgeseller toplumsal direnişte etkili bir itici güç olabilir mi?

Video sadece puzzelın küçük parçasıdır. İtici güç olabilir tabi, asıl amacım da o. Vimeoda, facebookta ne kadar beğeni tık almıştan öte, önemli olan, izleyen kişiyi harekete geçirme gücüyle ilgili. Bir video bir insanı ne kadar harekete geçirmek istiyorsa o kadar itici olur. Estetiği iyi değildir, sesler çok kötüdür ama hiçbir önemi yok. O video insanı düşünsel yönden harekete geçirebiliyor mu önemli olan bu. Bunları başaran bir video itici bir güç olabilir. Bazen mikro düzeyde örneklerle karşılaşabiliyorum. Bunu yakalamak hem zor hem de videoya böyle bir değer atfetmek çok büyük konuşmak olur. Yırca’dayken birileri yanıma gelip videoyu izlediklerini söyledi ve bu beni çok tatmin ediyor. Ya da Suruç’ tayken çocuklara pandomim yapan bir arkadaşın videosunu paylaşmıştım. Bunu izleyip İzmir den Suruç’a gelenler oldu ne yapacaklarını bilmeden ama sadece yardım etmek isteyen. Yolda gelirken otobüste çoraplardan kukla yapmışlar boya kalemleri getirmişler. Ve orada gün boyu çocuklarla etkinlikler yaptılar. Çadır kurulmasına, dayanışma ürünlerinin tasnifine yardım ettiler. Bunlar benim tanık olduklarım, görmediklerim mutlaka vardır. Video, direnişin, toplumsal olayın küçük bir parçasıdır.

Yakın zamanda Trakya’da yaşayan bir arkadaşım Facebook’taki paylaşımlarından etkilenerek mülteci bir çocuğu evlat edinmek istediğini söyledi, ki önceden mültecilere sıcak bakmayan bir insandı. Böyle küçük örneklerle karşılaşsam da video için büyük laflar etmek istemem.

Basına yönelik baskıya ne diyorsun? Çekim yaptığın sırada emniyet güçleriyle sorun yaşıyor musun?

İlk toplumsal videomu çekerken Okmeydanı’nda 6 polis tarafından sıkıştırıldım. Makinama el koydular. Gezi’nin ikinci gününde Gündoğdu Meydanı’nda fotoğraf çekmek isterken bir kapsül saçımı sıyırıp geçmişti. İki santim daha dik olsam alnımın ortasından vurulmuştum. Psikolojik şiddeti saymıyorum bile. Geçenlerde bir eylemde polis önümü kesip, insanlara işkence ile gözaltı yapılmasını çektiğim için psikolojik baskı yaptı beni tanıdığını ima ederek. Ayağını denk al demek diyordu. Yırca’da da üç jandarma tarafından neredeyse çapraz sorguya alındım. Bu da şiddetin başka türlüsüydü. Ya da Okmeydanı’nda 5-6 metreden polis üzerimize bayağı kurşun sıkmıştı. Bu tip olaylarla çokça karşılaşıyoruz ne yazık ki.

Türkiye’den ya da dünyadan takip ettiğin meslektaşların kimler?

Vicenews, Rainbow kolektif bu konuda çok profesyoneller. Geçenlerde mihmandarlarınla Diyarbakır’da gözaltına alındılar terör örgütü üyeliğinden hâlbuki belgeselci adamlar.  Witnes da bu konuda çok iyi işler yapıyor. Türkiye’dense Fatih Pınar bu işi iyi yapıyor. Fakat video konusunda iyi gelişmedik. Zafer Kara arkadaşımdır, Kara’nın videosu vardı ama bu aralar çekim yapmıyor. Ankara’ dan seyri sokak ekibi hala ısrarla sürdürüp iyi işler yapıyorlar. Kara haber var. Bunun dışında çok yok açıkçası.

Dünyayı Döndürenler: İncir Yemek Serbest belgeselinde, incirlerini herkesle paylaşanlardan biri, Diyarbakır’dan gelen insanlarla ilgili, birbirimizden sevgi muhabbet istiyoruz sadece, diyor. Sence de bizi muhabbet ve sevgi kurtarır mı?

İnsan birbiriyle ilgili fikirlerini ya bire bir tanışıklıkla ya da bir yerlerden duyup görmesiyle oluşturur. Kürtler, Ermeniler, gayri müslimler, çingeneler olsun bu gruplar arasındaki tanışıklık güncel hayatın içindeki tanışıklıktan öte, haberler, filmler, belgesellerde medyanın bize empoze ettiği şeyler. Hâlbuki gündelik hayatta o kişiyle muhabbetimiz olsa başka bir noktaya evrilebilir. Birebir kaynağından oluşturabiliriz fikirlerimizi. Mesela biri, Kayserili olmayı öyle içselleştirmiş ki, Kayseri’de yaşayan bir Ermeni’ye ne zaman geldiniz buraya diyor. Aldığı cevapsa, biz 3 bin yıldır burada yaşıyoruz oluyor. Çünkü bir Türk’e göre bu toprakların asıl sahibi kendisi ve onun dışında herkes dışardan gelmiş. Hâlbuki bu insanların çoğu burada yüzyıllardır yaşıyor. Toprağın asıl sahibinin kendisi değil de kolektif halklar bütününün olduğunu bilse daha başka davranacak belki. Ama sonuçta sevgi geliştirilmesi gerekilen bir şey. İnsanın daha önceki okuduklarından gördüklerinden hissettiklerinden damıtılıp geride o insanın kültürü, algısı kalıyor. Ve bizim sevgi, umut, iyimserlik, muhabbetten öte, daha derinde evrensel bir şeylere, insan haklarına ihtiyacımız var. İlke dolu olmamız lazım, ilkesel yaklaşmamız lazım.  Yoksa bazı gruplarla uzak bazı gruplarla yakın oluruz. İlke herkese işler ve Ermeniler, Türkler, Kürtler, herkesle kardeş olmanı sağlar. Fakat bu ilkeyi oluşturmak çok kolay olmuyor.

Sur’a gittin ve orada, kuru ekmek yer su içeriz yeter ki barış olsun, diyen bir halk var. Biraz Sur’dan ve gördüğün yıkılan şehirden bahseder misin?

Sur’da çok kalmadım bunun asıl cevabını orada yaşayan arkadaşlar anlatmalı. Ama anladığım kadarıyla polis şiddetinin allahı orada yaşanıyor. Örneğin bir arkadaşım çekim yaparken polis tarafından ayağından vuruldu ve çekim yapmaya devam etti. Ben en fazla gözaltımı çektim oysa ayağından vurulup çekim yapmaya devam eden insanlar var. Ama oradaki insanlar evet sürekli barış diyor. Başka şey söyleyen çok çok azınlıkta. 4 haziranda seçim sürecini takip etmek için Diyarbakır’a gitmiştim. 5 Haziran’da on beş metre ilerimde bomba patladı ve birçok insan öldü. Genelde Suruç patlaması milat alınır ama asıl milat 5 haziran. O süreçte bile insanlardan tek duyduğum barıştı. O şartlarda bile bunu söylemek bir erdemdir. Cizre evi yıkılmış şiddetin her türlüsünü görmüş komşusu ölmüş insanın bile tek dediği laf, barış.

Oysa Kayseri’deki patlama sonrasında HDP binalarına hücum edildi

Çünkü biz görece daha steril alanlarda yaşıyoruz. Ne yazık ki klişe bir şey ama hep başkalarının öleceğini zannediyoruz. Ama son süreçte gördük ki bizim başımıza da her şey gelebilir. Ankara Garı’nda, Merasim Sokak’ta, Sabiha Gökçen’de, Kayseri’de bomba patlatıldı. Anlamamız için illa bizim başımıza mı gelmesi lazım? Empati duygusu kuramayacak kadar vahşiyiz belki de. Örneğin Saldago en sevdiğim fotoğrafçıdır. Irak savaşını, Brezilya’daki altın madencilerini görüyor ve bunlar dünyanın en travmatik savaşları. En son da Ruanda’daki iç savaşı görünce, Salgado fotoğrafçılığı dediğimiz fotoğrafçılığı bırakıp babasının Brezilya’daki çiftliğini işlemeye başlıyor ve doğa fotoğrafçılığına yöneliyor. Normalde tam tersi olur ama o insan ırkının çok kötü olduğunu söylüyor.

Yırca direnişi belgeselinde ekmeğine sahip çıkan bir köy vardı. Peki, o direnişe ortak olmayan köylüler de var mıydı, devlet babamız çok yaşasın diyen?

Yoktu diyemem fakat oranın içine girip gerçeği gördüğün şey insanlar neden bir şirkete toprağını satar değil. İnsanlar nasıl böyle bir direniş sergileyebilir. Kırsal hayatta tarlasını satan, parasını almış biriyle röportaj yaptım. Devletle herhangi bir sorunu olmayan insanlardı onlar. Ama bir sabah uyandıklarında tarlalarını boşaltmaları ve paralarının hesaplarına yatırıldığı yazıyor. Yani devlet bunu uygun görmüş ve bir şey diyememişler. Ama Greenpeace gelip, halkı hukuk hakkında bilgilendirince devletin her şeyi yapma gücü olmadığını görüyorlar. Ve haklılıkla direnişlerini başlatıyorlar.

Bir yazında, ben eskiden börtü böceğe, arkadaşlara giderdim. Şimdi anmalara gidiyoruz, en temel insani şeyleri söylemeye, diyorsun. Memleket gündeminin zorlu ağırlığı altında kendimize yabancılaştık evet ama bundan kurtulabilir miyiz peki?

Ortadoğu coğrafyasında bunun bir çözümü yok ve sanırım buna alışmak lazım. Bir yandan da kendini travmatize etmek doğru değil. Önemli olan bu travmatize halin seni nereye götürdüğüdür. Benim elimden gelen video çekmek ve beni daha çok buna itiyor. Veya daha çok bir şeyler yazmak, fotoğraflarını çekmek. Ama başkasının elinden başka bir şey gelir. Depresyonun belli bir seviyesi verimi yükseltir ama o eşiği geçince seni dibe götürür. Önemli olan sınırı olumlu yönde tutmak. Ama sanırım biz o eşiği çoktan aştık ve bunun dışında kalmak çok zor. Kamp yapmak beni çok iyileştirir. Doğayla haşır neşir olmak, bakışları doğaya çevirmek, doğal olana dönmek… Kan gözyaşı yok orada. Daha çok buna alışıp bunu kabul edip ‘silahlarımızı’ da buna göre kuşanmamız lazım. Travmatize olmak dünyaya ne katıyor önemli olan bu. Bizi kurtaracak olan değişime bir damla katmak dışında bir çözüm göremiyorum.

Yaşadığımız şehre dönersek, Kültürpark ve mülteci sorunu hakkında ne düşünüyorsun?

Bu karşı olduğumuz bir şey. Parklar şehirlerin nefes alma alanıdır. İlla aktif olarak kullanmak da gerekmiyor ama park dediğimiz kavram ekosistem olarak şehrin ortasında canlı hayatın olduğu bir yer olarak nefes alma alanıdır. Ama nedense boş alan bulduğumuzda kafamızda hemen inşaat canlanıyor. Hemen oraya bir kültür merkezi koyalım diyoruz ama bunlar birbiri yerine koyulabilecek şeyler değil. Biz sıradan insanlar olarak böyle bakarken büyük şirketler onları tamamen paraya çevrilecek bir alan olarak görüyor. Buna kent olarak karşı durmamız lazım.

Kafanda projeler var mı önümüzdeki süreç için?

Şu anda İzmir’in Penisleri adında bir belgesel çekiyorum. Başlangıç aşamasındayım. Yeni bir şeyler denemek, tecrübe kazanmak için farklı alanlarda hak temelli videolar çekmek istiyorum. Bazen yavaş bazen provoke edici şeyler denemek istiyorum. Daha iyi bir videocu olup kurmaca gibi sinema, kısa film tarzında değil belgesel tarzında yeni anlatım dilinde çok daha vurucu belgeseller çekmek istiyorum.


OCAK SAYISINDA KAPAKTA KEMAL KILIÇDAROĞLU VAR

OCAK SAYISI SUNU YAZISI İÇİN TIKLAYIN

İZMİR'DEN YA DA ŞEHİR DIŞINDAN NASIL ABONE OLUNUR? TIKLAYIN

İZ GAZETE 1. YIL BULUŞMASI YAPILDI: 'YALNIZ DEĞİLİZ' 

Editör: Haber Merkezi