RÖPORTAJ: ÖNCEL ÖZİÇER- Burçak Tarhan doğma büyüme bir İzmirli ve tam bir şehir kadınıyken, kendi deyimiyle ‘kaktüs bile bakamazken’ şimdi güne sabah 06:00’da başlayan bir çiftçiye dönüşmesinin hikâyesini İZ DERGİ’nin Çeşme özel sayısına anlattı.

Sevgili Burçak sen ve eşin Tunç'la birlikte kaç yıldır Çeşme’de yaşıyorsunuz ve bu kararı nasıl aldınız?

Dört yıldır Çeşme’de yaşıyoruz. Aslında ben Yeni Zelanda’ya gitmek istiyordum. Eşimi bile neredeyse ikna etmiştim. Sonra Tunç dedi ki; ‘Gel biz Çeşme’ye yerleşelim daha yakın’... ‘Tamam’ dedim. Toplu konut mantığında apartmanlarda sıkıştırılmış yaşama şeklini küçüklüğümden beri sevmemiştim. Ne kadar güzel konumda ne kadar güzel bir bina da olsa benim için dünyanın en çirkin apartmanı o. ‘Ayağımız toprağa basmalı uyanınca’ dedik ve bu kararı aldık.

‘HAYATI KEŞFETTİM’

Bu ara çok moda olan bir hayal var; bir sahil kasabasına yerleşmek ve kendi sebze-meyveni yetiştirmek… Bu romantik hayal gerçeğe döndüğünde neler yaşanıyor peki?

Bizim aslında başlangıç noktamız bu romantik hayal değildi, bu yüzden bizde tam tersi gibi çalıştı. Çünkü ben hayatımda domates fidesi görmeyip evde kaktüse bile bakamayan tam bir şehir çocuğuydum. Tek amacım artık üst üste lazanya gibi yaşamak istemiyor, nefes almak istiyordum. Sonrasında ne yaparım, ekip biçer miyim, hiç planlamamıştım. O yüzden gayet pragmatist yaklaşarak girdik konuya. İstediğimizi de aldık.

Evimizi yaptık. Ev dediğim dört ayrı konteynerden oluşan mütevazı bir yapı. Artık doğanın içinde nefes alabiliyorduk ki ne göreyim! Doğanın mevsimsel döngüsüne tanıklık ettikten sonra ‘Bu bir mucize olmalı’ dedim. Kendimi sebze-meyve yetiştirirken buldum. Yani benimki tümdengelim bir yaklaşım olmuş olabilir o yüzden hepsi bonus oldu benim için. Zorluklarıyla birlikte hayatı yeni keşfetmeye başladım.

Toprak işiyle uğraşmak, çiftçilik, tarım çok zor olmalı… Dolayısıyla yardımcılarınız vardır sanırım... Onların permakültür yaklaşımı nasıl? Eğer bol hormonlu tarım anlayışından geliyorlarsa onlara ilaçsız, suni gübresiz tarım da yapılabileceğini anlatmak zor oluyor mu? Bununla ilgili anılarınız var mı?

Evet o konuda çok şanslıyız. Şanslıyız da gerçi kime göre, neye göre… Yedi göbekten çiftçi Çukurovalı bir aile ile çalışıyoruz. Dünya tatlısı bir çift. Çok bilgi sahibi, toprakla doğmuşlar. O kadar çok şey öğrendim ki onlardan… Onların tecrübeleri çok değerli ama gelin görün ki ben çok zorlanıyorum ilaçsız tarımı anlatmak için. Permakültürü geçtim!

Bir de bir inatçılar ki sormayın...

Canım Anadolu çiftçisine öyle bir aşılamışlar ki bu zehri, bu tohumları… Kemikleşmiş.

Mesela yardımcımız Derviş Bey gelmiş 55 yaşına... Benim gibi yeni yetme şehir bebesi çıkıyor karşılarına ve artık ilaç yok, suni gübre yok diyor! Dinlemez tabii...

E ama patron da benim ne yapacağız şimdi? Çoook anımız var çok! Neyse ki ortak dili artık yakaladık gibi.

Hatta geçenlerde yakaladım telefonda övünerek bir arkadaşına anlatıyordu o güzel Çukurova aksanıyla: "Biz organik tarım yapıyoruz, ilaç yook sadece organik gübre var…"

İşte o zaman tamam oldu bu iş sonunda galiba dedim.

Unutamadığım bir anı daha var:

Solucan çayı uygulanır bitkilere gelişim dönemlerinde belli aralıklarla. Bunu uygulayacağız, tabii biz Tunç’la hazırlıyoruz. Derviş Bey ve eşi Hatice Hanım'a hadi uygulayalım diyorum bana inanmaz gözlerle bakıyorlar.

Diyorlar bu olmaz! Diyorum neden? Israrla “şeker gübre lazım” cevabını alıyorum.

Daha solucan gübresini anlatamamışız, solucan çayına böyle yaklaşmaları normal tabii.

Ben de şeker gübreyi anlamıyorum haliyle ama tabii araştırıyorum. Bayağı beyaz şekere benzediği için suni gübreye demişler mi şeker gübre!

Biz de gayet şeker bir şekilde mutlu mesut Anadolu'nun bereketli topraklarını toprağımızı farkında olmadan öldürüyoruz.

Baktım iş ilerlemiyor. Dedim ki solucan çayı da zaten şeker gübre ama organik olanından yani zehirsiz.

Derviş Bey "hııı tamam o zaman yenge" dedi ve içi rahatlayarak başladı organik siyah şeker gübreyi vermeye. (Gülüyor)

Özellikle Çeşme yarımadasında şifa anlamında kullanabileceğimiz bitkiler, otlar nelerdir, nasıl kullanılabilir, nelere iyi gelir?

Off öyle bir soru ki derya deniz bunun cevabı...

Öncelikle ve özellikle internetteki tarifleri okuyup da evde uygulanmasını kesinlikle tavsiye etmiyorum. Hepimizin içinde biraz İzmir cadılığı kalmış olabilir. Belki atalarımız şaman olduğundan... Ama biz yine de bu içgüdülerimize pek güvenmeyelim bir bilenle yapalım derim.

Ben o bilenlerden değilim. Bunun çok ciddi eğitimlerinin alınmış olması gerekiyor. O yüzden tarif veremem. Ama faydalarından bahsetmek isterim.

Radika, turp otu, hardal otu, kekik, ısırgan otu, kantaron, ebegümeci, anason, arapsaçı, hodan, hindiba, şevketi bostan, sirken, reyhan, fesleğen, lavanta, biberiye, adaçayı gibi saymakla bitmeyen şifalı bitkileri var bu güzel yarımadanın…

Ebegümeci soğuk algınlığına, bronşlara çok iyi gelir. Ateş düşürdüğü de söylenir.

Isırgan otu, eklem ağrılarına, romatizmaya iyi geliyor. İltihap giderici olarak da kullanılabiliyor. Antiseptik özellikleri dışında doğal insektisit olarak da organik tarımda çok kullanılıyor.

Azot bakımından da zengin olduğundan doğal yeşil gübre aynı zamanda. Ah bir de hepimiz tekstil sanayisinde eskiden beri keten ve keneviri biliriz ama ısırgan otundan elde edilen lifler keneviri dövebilir. (Gülüyor)

Eski Mısır’da bile ısırgan otu liflerinden dokunmuş kumaşlara rastlanmış. Hatta Vikingler yelkenlerini ısırgan otu ile yapıyorlarmış! Yani bu bitkinin de etinden sütünden faydalanabiliriz diyebilirim.

Kantaronun faydasını bilmeyen zaten kalmamıştır diye düşünüyorum. Hücre yenileyici, antiseptik özelliğinin yanı sıra antienflamatuar ve zengin antioksidan bileşenler barındırıyor.

Çeşme’nin anasonu da tüm dünyada tanınır ama maalesef hasadı zor olduğundan çiftçiler artık yavaş yavaş bırakmıştı. Belediye Başkanımız Ekrem Oran bununla ilgili destek vermeye başladı. Şimdilerde tekrar ekilmeye başlandı.

Anason, sindirim sistemini düzenliyor, solunum sistemine olumlu etkilerde bulunuyor ve stresi alıyor. Alkol ile birleşeni malum hepimiz biliyoruz zaten. (Gülüyor)

Hardal otunu Çeşme’de her yerde görebilirsiniz. Göğüs hastalıklarına çok iyi geliyor, hazmı kolaylaştırıyor.

Hindiba çok güçlü bir probiyotik ve kalp dostu. Yüksek kolesterole çok iyi geliyor.

Mineral ve vitamin deposu şevketi bostanı sevmeyene zaten İzmirli demeyiz herhâlde! Cilt hastalıkları tedavisinde çok kullanılırmış zamanında. Kalsiyum ve magnezyum açısından çok zengin. Hepsinin ötesinde Ege sofrasında olmazsa olmaz bir lezzet.

Küçük bahçesinde veya şehirdeki balkonunda ufak tefek sebze yetiştirmek isteyenler için birkaç tavsiyeniz olabilir mi?

Olmaz olur mu? Mevsimlik saksıda yetiştirilebilecek çok fazla sebze ve yeşillik var.

Öncelikle güneş alan bir yeri belirleyip oraya uygun saksılar alarak başlayabilirler çalışmaya. Artık balkon bahçeciliğine uygun hazır atalık tohumdan mevsimlik çok kaliteli tohumlar bulmak mümkün. Hatta “Osmanlı bahçesi” adlı bir marka kadın iş gücünü de destekleyerek çok güzel bir yola girmiş ve minik paketlerde içinde gübresine kadar tam da balkondaki saksılara yetecek miktarda yerli tohum satışı yapıyor.

Aslında tohum satışına karşıyız. Ben etrafıma mümkün olduğunca dağıtıyorum ama şehirde iş koşturması içerisinde herkes nereden bulacak atalık tohumu! Ya da tohumluk bir saksı ayıracak yeri ve onu bekleyecek zamanı da olmayabilir.

Sonrası günlük taze salata yeşilliklerini, yazın mis gibi köy kokulu domatesini, biberini toplayıp onu o anda yemenin keyfine bir kez vardığında zaten herkes bağımlısı olur diye düşünüyorum. İlaçsız, hormonsuz sudan şöyle geçirip yemenin keyfi paha biçilemez!

Hem belki evde kompost da yapmaya başlarlar.

TERASLAR ALTIN DEĞERİNDE

Kompost nedir?

Kendi yemek atıklarımızı organik gübreye dönüştürmek diyebiliriz. Mümkün olduğunca az atıkla dünyaya ve kendimize o kadar büyük bir iyilik yapmış oluruz ki… Böylece balkondaki saksılarımız için gerekli olan gübreye para vermeden kendi yemek artıklarını dönüştürebilir herkes. Şehirde kompost olarak bokashi kompostunu araştırmalarını tavsiye ederim.

Çok büyük apartman ve sitelerde bilmem nasıl olur ama teras bahçeciliği yapılabilse keşke. Düşünsene günün kaosundan trafiğinden kendini eve zor atmışsın. Gün batımına içeceğini alıp apartmanın çatı terasına çıkıyorsun. Arkada güzel tatlı bir müzik… Yemyeşil sebze yatakları, mis kokulu sellukalar, akşamsefaları, seyir bankı… İhtiyacın olan salata malzemesini kopartıp dairene dönüyorsun. Dönesim gelmedi daireme anlatırken. (Gülüyor)

İşte şehirde nefes almak diye buna derim ben.

İzmir’de terasların, çatı katlarının altın değerinde olduğunu düşünüyorum ama kimse kullanmıyor maalesef…

Permakültür nedir peki?

Permakültür doğaya karşı değil, doğayla birlikte hareket etmek demek. Fukuoka metodunda ‘Hiçbir şey yapmama tarımı’ da deniyor ve ben en çok bu tanımı seviyorum.

Çünkü bunun anlamı kendi elimizle bozduğumuz ekolojik sistemi eski haline getirip, müdahale etmeden çok az bir kontrolle kendi haline bırakmak oluyor. Biz bunun için uğraşıyoruz. Özümüze dönme hareketi de diyebiliriz.

Bir felsefe, bir yaşam biçimi aslında.

Geleneksel ezberletilmiş tarımı şimdi silin kafanızdan. Bir ormanın içinde yaşadığınızı hayal edin…

Orada kuraklık, hastalık, verim alamama gibi bir durum söz konusu mu? Hayır.

Çünkü doğanın kendisi mucize ve öyle bir döngüsü var ki… İşte biz permakültürde bunu taklit ediyoruz.

3 etik kuralı var permakültürün; Dünya’yı gözetme, insanı gözetme ve adil paylaşım!

Bunun başarılabilir olduğu bir dünya biraz ütopik olsa da küçük adımlarla bir yerinden bunu yapmaya çalışan insanları görmek harika!

Editör: Haber Merkezi