Zeynep Altıok*Ülkemizin en önemli gündemini oluşturan çağdaş, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin ve yurttaşlarının, en önemlisi genç kuşakların geleceğini belirleyecek bir değişikliği 10 gün süren Anayasa Komisyonu sürecinde günler ve gecelerce direnmemize rağmen tartışamadık.

Değişikliğe neden ihtiyaç olduğunun izah edilmesini, bizi ikna edecek somut veriler, nasıl daha iyi olacağına dair bilimsel çalışmalar, örnekler sunulmasını bekledik. Biz de neden karşı olduğumuzu anlatabilmek, benzer şekilde somut veriler ve bilgilerle itirazımızı temellendiren düşüncelerimizi paylaşmak istedik ancak iktidarın, ne yazık ki mevcut sorunları parlamento çatısı altında tüm mekanizmaları olması gerektiği gibi akla, adalete ve vicdana dayalı bir sistemle çalıştırarak çözüm üretmek yerine, birileri sözde bir “ileri demokrasi” vitesine takmış, tam gaz bir “yeni Türkiye” inşasına doğru keskin virajlar alarak bizi zamana karşı yarıştırdı,  Maddelerin görüşülmesine geçilmeden önce bütünü üzerine müzakere zorbalıkla getirilen ve dayatılan bir yeterlik önergesiyle tamamlandı, maddeler üzerinde değişiklik önergelerini okumak için 10 dakika süre dahi tanınmadan karambol yaratılarak parmaklar kalktı indi.

Tüm süreci, tartışmaları derin bir üzüntü, endişe ve hayretle izledim. Komisyonda muhalefet milletvekillerinin söz hakkı da ülkemizin   demokrasisi gibi gasp edildi. “Çoğunluğun dediği olur.” konforuyla süre, konuşmacı sayısı, yeterlik belli bir akışa ve otomatiğe bağlamış şekilde yönetildi. Ülke yönetilmiyor ama Komisyon bilinçli bir yöntemle yönetildi.  Düşüncelerimizi anlatılırken Komisyon üyeleri fıstık yiyerek, sohbet ederek, kimse kimsenin ne dediğini önemsemeden, dinledi. Eğer yazlık sinema lakaytlığında değilse, maç taraftarı holiganlığında “Liderimiz”, “Anayasa’mız”, "bizim iktidarımız.” tutumuyla düşünmeden haykırdılar.

“Mensubu olduğum partinin tüm demokratik kazanımlarını tehdit eden, benim çocuğumun da geleceğini bilinmeze götürecek bir tek adam ülkesine, yeni bir Türkiye tanımına, bir rejim değişikliğine gerçekten ihtiyacımız var mı?” diye düşünmeden her şeyi öteleyerek kendilerine verilen görevi tamamladılar. Reis’in dediğini yerine getirirken bir tek kefen giymemişlerdi.

Komisyonda söz aldım ve sordum: Eğer temel amaç, mezhepçi ve ideolojik bir dönüşüm, bir karşı devrim değilse, neden onlarca teklife, girişime rağmen Parlamento çözüm aramaya çalışmaz? Ülkemizin temel sorunlarının tamamı çözümsüzlük kıskacındayken bu Parlamento neden çözüm üretemez, neden bütün önergeler reddedilir ve her şey askıya alınarak “başkanlık da başkanlık.” diye bunca kıymetli akıl, emek zamana hapsolur?

Bugün Türkiye on dört yıllık ağır bir yıkımın altında can çekişiyor. Ülkenin her köşesinde bombalar patlatılıyor, evlatlarımız, kardeşlerimiz, canlarımız ölüyor, öldürülüyor. Derin bir ötekileştirme, ayrıştırma diliyle zaten var olan sorunlar kritik  eşiğe  evriliyor.  Körüklenen  büyük nefret tarihte olduğu gibi can alacak diye yüreğimiz ağzımızda. Maraş katliamı’nın, Roboski’nin yıl döneminde Komisyondaydık. Adaletsiz kalmış, yüzleşilmemiş  sayısız  acısı  var  bu  ülkenin.  Daha yeni bir video ve çeşitli fotoğraflar yayınlandı, “Askerlerimiz IŞİD vahşileri tarafından acımasızca katledildi.” deniyor. Peki, askerlerimizle ilgili soru soran da  diyemeyeceğim, soru sormaya teşebbüs eden gazeteciye Hükûmet sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı  nasıl  olup  da  “ Herkes  ayağını denk alsın.” diyebiliyor? Bunu Komisyonda da gündeme getiren vekillerimiz oldu. Komisyonun laf kalabalıkçı çığırtkan, görevli vekilleri “Türk askerine nasıl böyle dersiniz?” diye işi yaygaraya boğarak provokatif üslupla “Türk askerini karalayamazsınız.” diye oturduğu yerden bağırıp durdu. Yürekler soğuk. Biz yakanlardan değil, yananlardanız. Elbette soracağız, ayağımızı denk almadan sormak bizim askerimize, insanımıza ve insanlığa karşı görevimizdir. Vicdanı olan sorar. Bu, askeri itibarsızlaştırmak değil, aksine askeri sahiplenmektir. Bu çocuklar orada iktidarın yanlış dış politikaları yüzünden bizim hiç işimiz olmayan bir savaşta can verdi. TSK’ dan ses yok, Hükûmetten ses yok, medya sus pus, ses çıktığında da medyaya, sorana, hissedene gözdağı var; yokmuş gibi, olmamış gibi davranıyor koca koca adamlar. Biz daha kayıp askerlerimizin akıbetini bilmiyoruz, Anayasa mı yapacağız?

Bu ülkenin can güvenliği ve hukuk sorunu var. Geçmişteki katliamlarla hesaplaşmak için mekanizmalar kurmak da on dört yıl boyunca mutlak egemen bir iktidarın görevleri arasındayken, özellikle sindiremedikleri 7 Haziran yenilgisinin ardından yeni ölümlere çanak tutuldu. 7 Haziran seçimlerinden iki gün önce Diyarbakır’da HDP mitingine düzenlenen  saldırıyla başlayan patlamalar, Suruç, Sultanbeyli, 10 Ekim Ankara barış katliamıyla devam etti . Katliamlar artık sıradan semt ve şehir isimlerine dönüştü. Son bir buçuk yılda tam 33 kez bombalı saldırı düzenlendi, 461 kişi katledildi ve 2 binden fazla yaralanan insanımız var. Katliamları bile ayrıştırıyorsunuz; 10 Ekim’i ananlara, karanfil koymak isteyenlere tazyikli suyla orantısız şiddet uygulanırken, Beşiktaş’a çelenk koyanlara olağanüstü güvenlik sağlanıyor. Oysa hepsi bizim insanımız. Övgülerle insanları ölüme teşvik etmek yerine, yeni ölümler olmasın diye önlem almak, önergelerimizi kabul ederek komisyonlar kurmak, Parlamentoyu  çalıştırmak  zül geliyor iktidara. Suruç’taki patlamanın araştırılması için verdiğimiz ve Genel Kurulda görüştüğümüz önerge kabul edilseydi sonraki bombalı saldırıların önüne geçilmiş olurdu. Adıyaman raporumuz ve sayısız raporumuz tehlikeyi, gerçekleri önünüze getirdi,  çözüm  önerilerimizi sunduk, iktidar kulaklarını tıkadı, Veli Ağbaba’nın söylediği gibi parmak vekilliği yaptılar.

AKP iktidarında, başta Sivas katliamı olmak üzere,  birçok  insanlık suçu davasında hukuksuzluk hâkim, adalet  işletilmiyor,  davalarımız  zaman  aşımına  uğradı. “Darbelerle yüzleşiyoruz.” diye çıkılan yolda, 12 Eylül askerî darbesinin  ardından  darbenin işkencecilerinin yargılandığı Mamak Askerî Cezaevi’ndeyken ya da gözaltındayken öldürülenlerin ailelerinin açtığı dava zaman aşımına uğradı. “Faili meçhul siyasi cinayetler aydınlatılsın ve insanlık suçlarında zaman aşımı, devlet sırrı uygulamaları kaldırılsın.” diye  Toplumsal Bellek Platformu aileleri olarak taleplerimiz Meclise taşındığında tam 21 kez salt AKP oylarıyla reddedildi. Şimdi ılımlı İslam cumhuriyeti olsun, “ılımsız” yönetilsin, o rejimin tek yetkili sultanı Saray’ında gönensin diye Anayasa üzerinden rejim değişikliği isteniyor. 1980 darbesi Anayasası’ nın tüm karanlığından beslenenler, hukuku, eğitimi bitirenler HSYK’yı  şekillendirdi. Tüm davalar hükümdarın istediği gibi sonuçlanıyor. Hukuk sadece  Cumhurbaşkanı’na  hakaret davaları için, o  da  yanlı işliyor. Bu  Anayasa neyi olanaklı kılmıyor da yenisine ihtiyaç var?

2010’da düzenlenen değişikliğe karşı çıktık, “Yaparsanız yargının anahtarını cemaatin eline verirsiniz, cemaat orada at koşturur, dilediğini yargılar, dilediğini sorgular, dilediğine ceza  verir, dilediğine vermez.” dedik. Çıktı mı söylediklerimiz? Arkasında binlerce mağdur bırakarak çıktı söylediklerimiz. Dahası kan kardeşleri geldi bir de darbe girişiminde bulundu, 246 yurttaşımızı öldürdüler. Kim mi? O Anayasa değişikliğiyle yargının ve ülkenin anahtarını  teslim ettikleri cemaat çetesi.

Bu ülkenin kemikleşen ayrımcı  politikalarının her  gelen  sağ  iktidar  tarafından perçinlenen ve 1980 darbesiyle yükselen kırk yılı aşmış bir Kürt sorunu var. “Çözüm” dedikleri süreç, çözümsüzlük ve çatışma zeminine evrildi ve kilitlendi. Bu sorunu çözmek için Parlamento çatısı altında ortak akıl, ortak irade, şeffaflık ve tüm partilerin eşit katılımıyla  çalışmalar yapılması yönünde çağrılarımız, önerilerimiz Kürtlerin yaşadığı illerde sokağa çıkma yasakları, çocuk ölümleriyle ilgili araştırma komisyonu tekliflerimiz, kanun tekliflerimizin  tamamı yanıtsız bırakıldı. Çözmek yerine çözümü daha da olanaksız kılacak, ayrışmayı körükleyen, mezhepçiliği, etnisiteyi malzeme yaparak ötekini yok etmeye meyilli, şiddeti çözüm olarak gören, “Terörle mücadele söz konusuysa insan hakları ve demokrasiyi de devre dışı bırakırız.” diyen bir anlayışın daha da egemen ve sınırsız özgürlüklerle güçlendirileceği, denetlenemeyeceği, durdurulamayacağı bir sistem çözüme yeğ tutuluyor.

Bu ülkenin eğitim sorunu var. 2010’da dedik ki : “Yapmayın.” 4 + 4 + 4 yasasında da söyledik. Bir torbanın içine sıkıştırılan aydınlanma karşıtı eğitim sistemi kurgusu, iş birlikçi omurgasız aydınların yardımıyla, özgürlük ve demokrasi aldatmacasıyla onaylatıldı. Bugün bilimsel  eğitim yerini koşulsuz imam hatipleşme sürecine bıraktı. Çocuk gelinler, çalıştırılan çocuklar, örgün eğitimden uzaklaştırılan, cemaat, tarikat yurtlarında, vakıflarında istismara uğrayan, can veren çocuklar var. Fetvalarla cinsel meta hâline getirilen çocuklarımız, kadınlarımız var. Şiddet, tecavüz meşru;  adalet  sadece  tecavüzcüye,  saldırgana, katile  çalışıyor. Bu rejim değişikliğini bize “Bir kereden bir şey olmaz.” diyerek kabul ettiremek isiyorlar.

Bu ülkenin özgürlük sorunu var.  Sadece  dinî  ve  millî  değerlerle tahrik  olma  özgürlüğü var bu  ülkede.  Bu  değerlerinizin  kabulüyle  kendinizden  görmediklerinizden  hesap  soranların  sınırsız şiddet ve intikam özgürlüğü söz konusu. Basın tutsak, HDP eş başkanları, milletvekilleri tutsak, sendikacılar tutsak, akademi tutsak, sanat tutsak, direnme hakkı yasak. Evet, bu koşullar Anayasa yapmaya uygun koşullar değil, önümüze getirip koyulan metin de bir Anayasa değişikliği metni değil.  Bu  tipik  bir  diktatörlüğe evrilişin yasal belgesi. “Yasal” diyorum ama yasallığını da TBMM çatısı altında toplanıp yalan yere tartıştırılmasından alıyor. Yoksa ne yasal ne meşru, bütünüyle hukuksuz, bilgisayar klavyesinden dökülmüş bir darbe planı, fazlası da değil.

Bu ülkenin ekonomi sorunu var.  Teklifle öngörülen sistem, bütün kuvvetlerin tek elde toplandığı, hiç bir yargı bağımsızlığı veya denge denetleme  mekanizmasının bulunmadığı bir diktatörlük. Bu şekilde yönetilen ve adına “başkanlık  sistemi” denilen diktatörlüklerin hiçbirinde ekonomik bir  gelişme yaşanmadı. Tam aksine, etkin bir hukuk sistemi olmadığı için yolsuzluklar arttı, mülkiyet hakkının ihlaline yol açan keyfî uygulamalar yaygınlaştı, yatırımcıların mülkiyet hakkı korunmadığı için yatırımlar azaldı ve neticede, yoksulluk, işsizlik oranları arttı. Bu teklifin geçmesi hâlinde Türkiye’nin de ekonomik bir çöküşe sürükleneceği ortada.  Tasarruf oranları düşük olan,  işsizlik  oranını  düşürmek ve gençlik  nüfusuna istihdam olanakları sağlamak için yatırıma bağlı olan Türkiye, bu teklifin geçmesiyle, herhangi bir yatırım alamayacağı ve dış finansmanını sağlayamayacağı için tarihinde görmediği kadar  büyük  bir ekonomik krizle karşı karşıya. Bu sistemin Türkiye’ye istikrar getirmesi mümkün olmadığı gibi, toplumsal tansiyonu da çok daha yüksek bir seviyeye çıkartacağı için ülkenin toplumsal olarak bölünmesi sorununu da getirebilir.

Bu ülke, yürütme organının tek başına, tek adama bağlanmasına izin vermeyecek. Bu ülke yargının tek cemaate bağlandığı 2010 Anayasa değişikliği gibi, şimdi de yargının tek adama bağlanmasına asla izin vermeyecek. Yargının bir gruba, zümreye, siyasi partiye veya tek        adama bağlanmasının ne denli acı sonuçları olduğunu yıllar içinde defalarca deneyimledik. Eğer ortada 14 yıllık bir iktidar varsa, 93 yıllık cumhuriyet, 150 yıllık da parlamenter gelenek var. Birileri el kaldırıp indirerek bu rejimi değiştirmeye kalkarsa , birileri de onların  karşısına  dikilir elbet.

Kavafis’ in çok bilinen şiirinde söylediği gibi;

“Yeni bir  ülke bulamazsın,

başka bir deniz bulamazsın,

bu şehir arkandan gelecektir,

başka bir şey  umma.

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”

Evet, iyilik ya da şiddet,

özgürlük, eşitlik ya da dikta…

Nasıl tüketeceğiz ömrümüzü bakalım bu önemli  yol ayrımında?...

 

*CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İzmir Milletvekili


OCAK SAYISINDA KAPAKTA KEMAL KILIÇDAROĞLU VAR

OCAK SAYISI SUNU YAZISI İÇİN TIKLAYIN

İZMİR'DEN YA DA ŞEHİR DIŞINDAN NASIL ABONE OLUNUR? TIKLAYIN

İZ GAZETE 1. YIL BULUŞMASI YAPILDI: 'YALNIZ DEĞİLİZ' 

Editör: Haber Merkezi