Yeğenim Emir’in Los Angeles macerasını okumaya hazır mısınız?
Hollywood senaryolarına taş çıkartacak cinsten.
Şu hayatın ironisine bak: Bir yanda “dünya vatandaşı” olma hayali, diğer yanda binlerce kilometre öteden götürülmüş, bayatlamış, tarihin tozlu raflarından fırlamış bir nefret.
Emir, Kaliforniya güneşinin altında, belki avokado toastların ve pumpkin spice latte’lerin bol olduğu bir ortamda, Amerikalı arkadaşlarının davetinde.
Ortam sıcak, muhabbet koyu derken, kapıdan iki çift giriyor.
Ve olanlar oluyor.
Karşılama, Antarktika’dan daha soğuk.
Yüz ifadeleri öyle bir donuk ki, buzdağı gibi erimeye niyetleri yok.
Sonra, tek tek, bir gizem filmindeki figüranlar gibi yemeği terk ediyorlar.
Sahne: Bir Türk genci, elinde belki de bir bardak Şiraz, kala kalmış ortada.
Sebep? Emir’in Türk, o iki çiftin Ermeni kökenli olmaları!
***
İşte bu noktada, insanlık tarihinin en vasat, en tekrarlı, en sıkıcı döngüsüne tanık oluyoruz: Faşizm.
Bu seferki kostümü değişik, mekân farklı, ama özü aynı. Aynı bayat, aynı işlevsiz, aynı komik.
Düşünsenize, 2020'lerde, Mars'a araç gönderdiğimiz, yapay zekanın şiir yazdığı bir çağda, hâlâ atalarımızdan kalma bir defteri, hem de yanlış okunarak tutulan bir defteri, sanki kutsal bir vasiyetmiş gibi taşıyoruz.
Bu defter o kadar ağır ki, insanın omuzları çöküyor, bakış açısı daralıyor, kalbi küçülüyor.
Sonuç? Los Angeles'ta, belki de aynı apartmanda oturan, aynı dizileri izleyen, aynı trafikte sıkışan insanlar, birbirlerine “senin ataların, benim atalarıma şöyle yapmış” diyerek soğuk savaş yapıyor.
Bu, tarihi bir mezarlıkta piknik yapmaya benziyor. Üzerinde oturduğunuz şey ölü. Ve b*k gibi kokuyor!
***
Emir’in yaşadığı durum aslında mükemmel bir mikro dünya.
Dünya barışı, büyük söylemlerle, devletlerin imzaladığı anlaşmalarla değil, tam da böyle davetlerde, mutfak masalarında, birlikte yenen yemeklerde başlar.
İnsanlığın en büyük icadı, belki de tekerlek veya internet değil, "masa".
İnsanları bir araya getirir. Paylaşımı, diyaloğu, belki bir tartışmayı, ama en azından bir teması zorunlu kılar.
O iki Ermeni çift ve Emir, belki de masada aynı humusu, aynı ekmeği paylaşsalardı, ortak bir zevk keşfetselerdi, belki de buzlar erimeye başlardı.
Çünkü nefret soyuttur, somut olan karşınızdakinin sizle aynı tatlara gülümsediğini görmektir.
Faşizm ise bu insani temasa düşman olmakla beslenir.
Onun için en büyük tehdit, bir Türk'ün bir Ermeni'ye kahvesini nasıl içtiğini sorması, bir Ermeni'nin bir Türk'e annesinin baklava tarifini anlatmasıdır.
***
Burada asıl komik ve trajik olan ironi şu: Bu iki çift, Emir’i görür görmez tarihin bir sayfasını açıp, onu yüzyıllar öncesinin bir aktörü olarak kodluyor.
Emir, belki o an sadece işinden, sevgilisinden, gideceği tatilden, manyak teyzesinden :) bahsedecek bir genç. Ama onların gözünde o, bir "temsilci".
Peki bu temsiliyet kimin işine yarıyor? Gerçek diyaloğu, insanı insan olarak görmeyi kim engelliyor?
Cevap basit: Faşizmin ta kendisi. O, bir ayna odası yaratır.
İçinde sadece kendi çarpıtılmış yansımanı, kendi korkularını ve nefretlerini görürsün. Dışarıdaki gerçek, renkli, karmaşık, gürültülü dünyadan habersiz kalırsın.
Los Angeles'ta bile olsan, zihnin en dar, en karanlık köşesinde yaşarsın.
***
Son Söz Yerine: Yeğenim Emir’e Mektup
Teyzem,
Üzülme.
Sen, o masada, o iki çiftin taşıdığı yükten çok daha özgürdün.
Onlar, geçmişin hayaletleriyle dans ederken, sen şimdiki zamanın bir bireyi olarak oradaydın. Bu sahne, senin değil, onların trajedisi.
Bir dahaki sefere, eğer yine olursa (ki olmaz umarım), belki de yapılacak en komik ve en insani şey, peşlerinden koşup, "Hey, tatlıyı denemediniz!" diye seslenmek olurdu.
Çünkü nefreti alt etmenin en güçlü yolu, onu saçma, anlamsız ve komik hale getirmek. Ve unutma, dünya barışı, tam da senin gibi insanların, bu saçmalıklara rağmen sevmeye ve anlamaya devam etmesiyle gelecek.
O yüzden kafanı dik tut.
Dünya, birbirine küsen insanların değil, aynı ekmeği bölüşenlerin olacak.
Nefret bayatlar, sevgi ve lezzetli yemekler her daim tazedir.
Not: Amerikalı arkadaşlarına söyle, bir dahaki davette menüde kimyon ve diyalog bol olsun.