Geçtiğimiz aylarda İzmir’den yeni bir yayınevinin kuruluşu haberi geldi: Livera. Bu haber bizi heyecanlandırırken yayınevinin genel yayın yönetmenliğini yazar Kerem Işık’ın yaptığını öğrendik. Yayınevinin ilk kitabı Velibor Çoliç’in Hıdırellez adlı romanıydı.

Velibor Çoliç, 1964 doğumlu. Bosna’da doğmuş. Öğrenimini edebiyat üzerine yapmış. Dergiler için yazmış, radyo programları yapmış. 1992’de başlayan savaşa tanık olmuş. Buradaki yıkımlar, kıyımlar derken bir askeri kamptan kaçarak politik sığınmacı olarak Fransa’ya yerleşmiş. Bu zor durumda ve hiç Fransızca bilmezken sığındığı Fransa’da daha sonra Fransızca yazmaya başlamış. Hıdırellez de yazarın Fransızca yazdığı, 2014 yılında Brive Edebiyat Ödülü’nü kazanan romanı. Romanın çevirisini İngilizce ve Fransızcadan çevirileri bulunan Suat Başar Çağlan yapmış.

Çoliç’in Türkçede yayımlanan ilk kitabı bu değil. Meraklısı için daha önce çevrilip yayımlanan iki romanı daha var.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Ederlezi (Hıdırellez)

Romana adını veren Hıdırellez, Roman halkının ilkbaharın gelişini kutladığı gündür. 6 Mayıs’a denk gelir. Bu günde baharın başlangıcı kutlamaları yapılır. Son derece renkli kutlamaların yapıldığı bu gece, İzmir’de de coşkuyla kutlanır.

Elimizdeki roman da bu coşkuya eşlik edercesine keyifli ve renkli bir anlatı sunuyor okura. Roman kültürünün içine sızıyor, gündelik hayatı, geceyi, müziği, dansı, alkolü, halk hikâyelerini bir araya getirip karmaşadan ve renklilikten güzel bir harman ortaya koyuyor. Ötekileştirilen bir halkın hikâyesini anlatıyor. Bunun yanında da siyasi ortama tanıklık ediyor.

100 yıllık hikâye

Romanda Aslan Bayramoviç’in yüzyıla yayılan hikâyesini bir Roman orkestrası üzerinden dinliyoruz. Aslan Bayramoviç bazen Aslan Çorelo oluyor, bazen Aslan Bahtalo, bazen de Aslan Çavoro. Çünkü karakterimiz ölüyor ve yeniden dünyaya geliyor.

“… bu sabah öldüm ve aranızdaki varlığım yavaş yavaş siliniyor. Uzun zaman ideal akordu ve melodiyi, gerçek şarkıyı ve ölçüsündeki sarmalları aradım. Son nefesime kadar mükemmel notayı aradım, her perdeyi ve her intervali hayal ettim, en güzel müziğin arıtılmış ve basit olduğunu her daim bilerek. Yaşamım boyunca her yerdendim ve hiçbir yerden değildim, herkestim ama aynı zamanda hiç kimseydim. Büyük bir güneştim, bazen de buluttum; ara sıra gölge, ama çoğu zaman ışıktım. Tatlı su ve sıcak kan bendim, her milletin gayrimeşru çocuğuydum.”

Bu yeniden dünyaya gelişler ise okurun Balkan coğrafyasının 100 yıllık tarihinde gezinmesine olanak tanıyan zaman dilimlerine denk geliyor: İkinci Dünya Savaşı, 1992 Bosna Savaşı ve 2000’li yılların başında mülteci krizinin yaşandığı dönem.

Öteki olmak ve müziğe tutunmak

Hikâyelerin geçtiği bu 100 yıllık süreçte Roman halkı hep olduğu gibi yine öteki. Bu öteki olma halinin üstesinden ise müziğe, eğlenceye, hikâyelere tutunarak geliyor. Roman boyunca meseller, Çingene anlatıları, Bosna hikâyeleri okura eşlik ediyor. Köy ve kasabalardaki yaşama, göçebeliğe, ama en önemlisi de gerçek hayatlara, yaşamlara dönük içten bir bakış var romanda. Böylece kitap Roman toplumunu tanıma olanağı sunuyor okuruna. Sözlü kültürü yeniden hatırlamamıza vesile oluyor.

Yoksulluk

Yoksulluk da romanın önemli zeminlerinden biri. Romanın kahramanları tüm şen oluşlarına rağmen her zaman yoksullukla mücadele ediyorlar. Hayatta kalmak ve hayatı yaşayıp hayatın tadını çıkarabilmek istiyorlar yine de. Oysa dış dünyada çok zor zamanlardan geçiyorlar; kıyımlar ve savaşlar var. Onlar ise zamanın gerçekliğini bazen müzikle bazen alkolle ortadan kaldırıyorlar.

“Palko Usta filozoflara yaraşır bir tavırla, “Bunlar hep açlıktan oluyor; gerçeklik dediğin, alkol eksikliğine bağlı bir halüsinasyondan ibaret” diyordu.

Alıntılar, parçalar

Roman hikâyelerle örüldüğü kadar edebi alıntılarla da süslenmiş. Bu alıntıları ancak dikkatli okurun bulması mümkün. Ya da bu alanda bir araştırma yapılabilir. Ancak bu detaya girilmese bile keyifli bir roman var elimizde. Biraz dağınık görünse de okudukça sizi içine çeken, bir kahramana değil, bir kültüre odaklanan bir hikâye…



Soruşturma: “O” Hikâyeyi Yazmak – Sevim Korkmaz Dinç

Hazırlayan: Pınar Altürk Kılıç

Bir yazar yazacağı hikâyenin “o” hikâye olduğunu nasıl anlar, karakterlerini nasıl oluşturur, yazma sürecinde başına neler gelir? Bunlar en çok merak ettiğim konulardandı. Buradan yola çıkarak “O” Hikâyeyi Yazmak başlığı altında yaptığımız soruşturmamız devam ediyor. İkinci konuğumuz sevgili Sevim Korkmaz Dinç oldu.

Hikâyenin ''O'' olduğuna nasıl karar veriyorsunuz?

Yazmaya yeni başlamışsanız, hayalinizdeki hikâye ile yazdığınız metnin örtüşüp örtüşmediğine, öyküye dönüşüp dönüşmediğine kolay kolay karar veremezsiniz. Hatta öyküde, hikâye anlatmakta ustalaşsanız bile bu kaygı hep olacaktır.

Ben, kolay yazan biri değilim. Öyküyü seviyorum. Ancak çok sevdiğim bu türde yazmaktan, yayımlamaktan her zaman çekinmişimdir. Hikâye benimle yaşar, içimde büyür, yazmak sadece sonuçtur. Yayımlamaya karar verdiğimde bittiğine inanırım ancak.

Roman türünde hikâye anlatmanın bana daha uygun olduğuna inanıyorum. Roman hikâyesi yılların bilgisine, yaşam deneyimine, biriktirdiğim şeylere dayanıyor. Roman yazarken kendimi daha özgür hissediyorum. Kahramanlarımla olayları yeniden yaşıyorum. Ve roman yazmaya başlamadan nasıl bir başlangıç ve son olacağını hayal edebiliyorum. Sadece yazma aşamasında karakterler benimle dövüşüyor, bana baskı yapıyor, yolumdan çıkmama neden oluyor. Hikâyenin belkemiğine zarar vermedikleri sürece yoldan çıkmalarına izin veriyorum.

Karakterlerinizi oluşturma süreciniz nasıl gerçekleşiyor?

İyi bir gözlemci olduğumu düşünüyorum. Karşılaştığım insanların beden diline, karakterlerine, jest ve mimiklerine dikkat ediyorum. Bazen farkında olmadan belleğime yerleşiyorlar. Hikâye onların etrafında dönüyor. Kişileri, yaşadıkları ortama göre şekillendirmeye çalışıyorum. Meslekleri ile davranışları arasındaki zıtlıklar, benzerlikler, diğer insanlarla benzeştikleri ve farklılaştıkları düşünceler, kullandıkları dil, hepsi bir araya gelerek “karakterimi” oluşturuyor. Bazen hayatın içinden biri olabildiği gibi bazen de birçok özelliği karıştırabiliyorum. Ama hangi karakteri yaratmaya çalışırsam, sınıfsal konumu, ideolojisi, hayat felsefini yansıtmaya önem veriyorum. Gerçekmiş, hemen yanı başımızdaymış gibi yaşaması benim için önemli.

Karakterlerin kurguda neler yapacağı öncesinde belli oluyor mu? Yoksa yollarına yazmaya başladığınızda kendileri mi karar veriyorlar?

Sanırım ben, kontrolü elden bırakmayan biriyim. Onlara zaman zaman baskı yapıyorum, zaman zaman onları serbest bırakıyorum ama hikâyeden uzaklaşmalarına fırsat vermiyorum. Ama yazarla, kahramanları arasında sessiz bir anlaşma vardır her zaman. Ne onlar sizden ayrılabilir ne de siz onları uzaklaştırabilirsiniz. Yoksa, hikâye anlatmak değil, hayatın bir kesitini göstermek kalır geriye, “Ne yaparsan yap, nereye gidersen git…” Hayır, ben hikâyeyi değiştirmeyecek kadar kafamda yazıyorum sanırım. Makine başında sadece tuşlara basmak kalıyor.

Ancak bütün disiplinli çalışmama, her şeyi kontrol altında tutma çabama karşın gene de bitmeyen, yarım kalan birçok dosyam var. Tam “bitti” derken kahramanım -bana gizliden gizleye diş bileyen, zayıf bir ânımı kollayan karakter- isyan edip elimi bırakıyor. Yolum dikenlerle, taşlarla kapanıyor, bir adım bile ilerleyemiyorum. Ve beni tuşa getiriyor. Ben de elini bırakıyorum, zamanın gelmesini bekliyorum. Onu tuşa getireceğim, hikâyeye yeniden döneceğim zamana kadar ona özgürlük veriyorum.

Yazılarınızı nerelerde yazmayı tercih ediyorsunuz? Kendiniz için oluşturduğunuz bir yazma ritüeliniz var mıdır?

Her yazarın tabuları, uğurlu nesneleri, yazma zamanı vardır hiç kuşkunuz olmasın. Ben sabahın erken saatlerini seviyorum. Şehrin uykuda olduğu saatler bana ilham veriyor. Sürekli aynı masada, çalışma odamda yazıyorum. Yazarken rahatsız edilmekten hoşlanmadığım gibi, masadan kalktığım an her şey yarım kalıyor, bir gün sonra yeniden masaya oturana kadar.

Günlük hayatın yorucu ritmi, yazma zamanımdan çalsa da hayattan kopuk yaşayamıyorum. Günlük işleri, sosyal sorumlulukları yerine getirirken bir sonraki hikâyemi düşünüyorum. Ve sıcak yaz mevsimi benim için düşünme, hikâye biriktirme ve düşüncelerimi, sözcüklerimi gözden geçirme zamanı.

Ama şunu da eklemeliyim, her sabah masanın başında olmasam bile, yaz kış okuyorum. Yazmak ve okumak ikiz kardeşler bana göre. Eğer iyi bir okur değilseniz, iyi bir yazar olamazsınız. Daha çok, bilimsel eserler, düşünce yazıları ve makaleler okumaya önem veriyorum. Bir de okumaya karar verdiğim yazarın yayımlanan bütün eserlerini yazılış tarihlerine göre okuyup not alıyorum. Yeni yayımlanan her eseri okuduğumu söyleyemem, onlar sıranın gelmesini bekliyor. Kendi listemi oluşturuyor ve yazarımı takip ediyorum. Benim seçtiklerim başkalarının severek okuduğu kitaplar ve yazarlar olmayabilir, ama ben onlarla yaşamaktan mutluyum.

Yazma ritüelim, sonbaharla başlıyor, içimden bir ses biteviye iğnelerini batırıyor. Hadi yaz artık… İster iyi bir metin olsun, ister ortalama bir metin gene de yazmak bir ibadet benim için.


KELİMELERİN İZİNDE

temaşa

a. Ar. esk.

1. hoşlanarak seyretme.

2. görülmeye değer şey, seyredilecek görünüm.

3. gezme, seyir.

4. tiyatro oyunu, temsil, piyes.

temaşa etmek

seyretmek, bakmak.



SATIRLARIN İZİNDE

“Günümüzde her yerde algofobi, genel bir acı korkusu hâkim. Acı toleransı da hızla düşmekte. Algofobi sürekli-anesteziye yol açtı. Acı yaratacak her durumdan kaçınılıyor. Aşk acılarına bile şüpheyle bakılmaya başlanmıştır artık. Algofobi toplumsal alana da uzanır. Acı verici tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fikir ayrılıklarına ve çatışmalarına giderek daha az yer verilmektedir. Algofobi siyasete de yansır. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir. ‘Alternatifsizlik’ siyasi bir ağrı kesicidir. Muğlak ‘orta yol’ palyatif bir etki gösterir. Tartışmanın ve daha iyi savlar uğruna mücadelenin yerini sisteme uyma baskısı alır. Demokrasi-sonrası bir toplum yapısı yaygınlaşmaktadır. Bu palyatif bir demokrasidir. Bu nedenle Chantal Mouffe acı verici mücadelelerden kaçınmayan bir ‘agonistik siyaset’ talep eder. Palyatif siyaset acı verebilecek keskin reformlar ya da vizyonlar oluşturmayı beceremez. Bunun yerine sistemik bozukluk ve kırıklıkların üzerini örtmekle kalan kısa süre etkili ağrı kesicilere başvurur. Palyatif siyasetin acıya cesareti yoktur. Böylece her şey eskisi gibi devam eder.”

Byung-Chul Han - Palyatif Toplum / Günümüzde Acı (çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, Haziran 2022)


YAZARIN İZİNDE

Byung-Chul Han

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı.

1959’da Seul’de doğdu. 1980’lerde Almanya’ya taşınarak felsefe, Alman edebiyatı ve Katolik teolojisine yoğunlaştı.

Freiburg’da doktorasını tamamladıktan sonra 2000 yılında Basel Üniversitesi’nin felsefe bölümüne katıldı.

Akademik kariyerine çeşitli üniversitelerde devam eden Han, araştırmalarında on sekiz, on dokuz ve yirminci yüzyıl felsefesi, etik, fenomenoloji, kültür kuramı, estetik, din, medya kuramı ve kültürlerarası felsefe gibi konulara yöneldi.

Günümüz toplumuna dair derinlikli çözümleme ve eleştirileriyle dikkat çeken Han, 2012 yılından beri Berlin Sanat Üniversitesi’nde ders veriyor.

(Kaynak: metiskitap.com)



KİTAPLARIN İZİNDE

Kaplumbağalar Ölmesin – Erkan Karaaslan (Sel Yayıncılık, Haziran 2022, Öykü)

Erkan Karaaslan ilk öykü kitabı Kaplumbağalar Ölmesin'de sayfalar arasında bizi şaşırtarak ilerliyor. Kimi öykülerde yakın tarihimiz hiç beklenmedik bir anda, bambaşka bir hikâyenin içinde karşımıza çıkarken, ölmeye yatanlar, ölülerini tekrar hayata çağıranlar, dağ başı suskunluğunda kurtlara yem edilen yaşlı Rinde'ler, vicdanın yüküyle sevgi arasına sıkışanlar satırlardan taşarak okura dokunup tekrar suskunluklarına çekiliyor.

"Yeterince yaşadım sayılır, anladığım kadarıyla yaşam dediğinin bir sırrı yok. Hem zaten ne yaparsak yapalım bu dünyaya yeterince yaklaşamayız."


Güzel Dünya, Neredesin? – Sally Rooney (Can Yayınları, Nisan 2022, Roman)

Alice ve Eileen, farklı şehirlerde yaşayan, otuzlarına yaklaşan iki arkadaş. Roman yazarı Alice, flört uygulaması sayesinde bir depo işçisi olan Felix’le tanışıp yakınlaşır. Eileen ise sona eren ilişkisinin yaralarını sarmaya çabalarken bir yandan da çocukluk arkadaşı Simon’ın çekimine kapıldığını hisseder. Alice ve Eileen ilişkiler, sanat, edebiyat ve günbegün belirsizleşen gelecekleri hakkında yazışırken hem arkadaşlıklarını hem de hayata bakışlarını sorgulamaya başlarlar. Sally Rooney insan doğasını kavrayışındaki yeteneğini bir kez daha samimi ve yalın bir dille gözler önüne seriyor.


yamet Emeklisi (İki Cilt) – Şule Gürbüz (İletişim Yayınları, Mayıs 2022, Roman)  

Rüyalar doğru çıkar, üç yol var denince önce kendine bakacaksın ve herhalde üç kat merdiven çıkacak ya da ineceğim diyeceksin, kendi kendinin yorumcusu böyle olunur. Para gelecek denince önce cebini yoklayacaksın, hiç mi yok, demek ki canın çıkarsa şöyle bir elli kuruş gelecek, zaten elli kuruşun varsa çoktan hak ettiğin ama bir türlü eline geçmeyen bir liranın yirmi beş kuruşu eline geçecek. Bir kadın mı gördün, emin ol ki o seni görmedi. Ama seni de gören biri var işte o gelecek, ama sen onu gelenden saymadığın için geldiğini bile anlamayacaksın. Bekleyeceksin, sabrın da kıt olduğundan senden daha evvel beklemeye başlamış birini hah diye alacaksın, daha eskinin hiç sesi çıkmaz, o yüzden onu mazlum, kendini galip zannedeceksin.

***

Bazen de bir rastgele taş öylece bütün kış durur ve baharın bir mor çiçek halkası onu çepçevre ama sadece o taşı bir bordürle çevrelerdi. Taşın beyazı çiçeğin moru ile öyle bir resim verirdi ki, o özenle seçilmiş mor halka o taşı dünyanın kutsal taşlarından biri yapar ve boynundaki çelengi ile bunu öyle bir faş ederdi ki, kuşlar yukardan alçalarak bakar da geçer, saksağanlar, serçeler, küçük kuşlar üzerine birkaç saniyeliğine muhakkak konar, ayak sürer de geçer, kertenkele taşın etrafını dolaşır da geçer, karıncalar sıra olur da geçer, arılar üstünden söyler de geçer, bulut nemini salar da geçer, güneş kışın koyu lekelerini açar da geçer, geçer geçer, taş her ziyaretten haberdar anın içinde durur da geçerdi.


 

Editör: Haber Merkezi