Üniversite kısmını ayrı tutuyorum çünkü benim için farklı bir hayata, hatta farklı bir evrene geçiş yapmışım gibi hissettirmişti. En basit örneği; yerleştiğim Ege Üniversitesi’nin öğrenci sayısı büyüdüğüm kasabanın nüfusundan 6-7 kat fazla olunca ilk afallamamı yaşamıştım.
Öğrencilik hayatım boyunca öğretmenlerimle aram ya çok iyi oldu ya da çok kötü, bunun ortasını hiçbir zaman bulamadım. İlkokulda şımardığımda aldığım sınıftaki çöp kutusunun yanında tek ayak bekleme cezaları, ortaokul ve lisede dersten atılmalara evrildi. Müdür yardımcılarının beni azarlamak için dersin ortasında odalarına çağırmaları arttığından ya arkadaş gibi olup “ne zaman akıllanacaksın oğlum” tarzı cümleler kurulurdu ya da hiç uğraşmamak için annemi çağırırlardı. Genelde benimle ilgili ya çok ukala ya da çok özgüvenli deyip şikâyet ettiklerinde annem benden daha deli olduğundan “aferin oğluma, iyi yapmış” tepkisi alınca onu da çağırmayı bıraktılar.
Bütün eğitim öğretim hayatım öğretmenlerle tartışma, dersten kovulma, disiplin cezalarının kıyısından dönme gibi olaylarla dolu olduğu için üniversite hayatı ister istemez “düşler ülkesi” hissi yarattı ister istemez. Kampüse adım attığın an şenliklerle karşılanıyorsun, etkinlikler yapılıyor, topluluklara üye olunuyor keyfinin istediği dersi seçiyorsun, dersten çıkmak istediğin zaman çıkabiliyorsun, istediğin fikri belirtip tartışabiliyorsun, bütün haklarının verildiği tamamen özgür olduğun bir eğitim ve yaşam alanı… Sanmıştım…
Her şey gibi bu durum da hayal kırıklıkları müzesinde yerini aldı. Okulda yapılan şenlikler gün geçtikçe basitleştirildi neredeyse yapılmayan bir hale geldi. Dersler niteliksiz hale getirildi, toplulukların yapacağı etkinliklerde bir akademisyeni danışman olarak belirleme zorunluluğu getirerek bazı toplulukların etkinlik yapması, geri kalanların da özgürce, kendi istedikleri şekilde etkinlik yapabilmeleri imkânsız hale getirildi.
19 Mart sürecinde şimdiye kadar yapılan tüm haksızlıklara sessiz kalmayarak belli kazanımlar ve haklar elde ettik. Okulumuzda yaşanan sıkıntılara, yapılan yanlışlara; yemekhane zamlarına, burs problemlerine, yurt problemlerine; gençliğin yaşadığı, yaşama hevesini elinden alan bütün sıkıntılara bizim alanımız olan kampüslerde ses çıkarmaya başladık. Kalabalıktık, daha kalabalık olduk. Sesimiz çıkıyordu, daha yüksek çıkmaya başladı.
Gençlerin bu kadar kenetlenmiş olması, olaylara sessiz kalmaması birilerini mutlu ettiği gibi birilerini de oldukça rahatsız etti. Şimdi geldiğimiz noktada Ege Üniversitesi’nin öğrencileri kendi okullarında polisin orantısız gücüne maruz kalarak gözaltına alınıyor. Özgür olmamız gerektikçe özgürlüklerimiz daha da kısıtlanıyor. Nitelikli akademisyenlerin, profesörlerin girmesi gereken kampüsümüze gözaltı araçlarıyla çevik kuvvet ekipleri giriyor. Gençliğimizin baharında olduğumuz için mutluluktan havalara uçmamız gerekirken o ekipler tarafından yerlerde sürükleniyoruz. Mezun olup güle oynaya çıkmamız gereken üniversitemizin kapısından gözaltı araçlarıyla çıkarılıyoruz. Yurt dışında gezip yeni yerler görmemiz gerekirken yeni nezarethaneler görüyoruz. Kısacası “düşler ülkesi” nezarethaneye “düşenler ülkesi” oldu. Ama biliyoruz ki her düşüş beraberinde yeni bir ayağa kalkış getirir, düşenler daha güçlenerek kalkarlar.