Emel Kadör*

Burhan Sönmez yeni kitabı Franz K. Âşıkları’nı önceki eserlerine benzemeyen bir tarzla kaleme almış. Sekiz bölüme ayrılan 107 sayfalık roman, sıradan bir cinayet soruşturması olarak başlıyor. Zanlının; Nazi suçlularının cezalandırılmasıyla birlikte edebiyatta işlenen günahların karşılıksız kalmamasına dayanan itiraflarıyla farklı bir yöne evriliyor.

Kafka’nın eserlerini yakmasını vasiyet ettiği dostu, yayıncısı Max Brod’un onları yayımlamasıyla ortaya çıkan ünlü tartışmayı (Brod haklıydı- haksızdı), dostluk, sadakat kavramları eşliğinde okurun önüne koyuyor. Babası Türk annesi Alman bir Nazi ailenin çocuğu olarak Berlin’de 1930’larda doğan Ferdy Kaplan; İkinci Dünya Savaşı sona ererken ebeveynleri bombalar altında kalınca dedesi tarafından 11 yaşında Türkiye’ye gönderilir. Çocukluğu ve ilk gençliği İstanbul’da geçen Ferdy’nin en iyi arkadaşı, aşkı Amalya’dır ancak Amalya’nın Fransa’ya dönmesiyle ikilinin yolları ayrılır. Türkiye’de 1960 öncesi siyasi olaylar nedeniyle doğduğu yere dönen kahramanımızın yolu Berlin’de Amalya ile yeniden bambaşka bir ortamda kesişir. Bir cinayet işler, bir kişiyi de yaralar, suçunu itiraf eder ama nedenini hemen açıklamaz. Roman bu cinayetin neden işlendiği sorusunun yanıtı üzerine kurgulanmış. Polis merkezi, Batı Berlin Mahkeme Salonu, Batı Berlin Cezaevi somut mekanlar olarak kullanılsa da karşılıklı konuşmalar hem başka yerlere götürüyor romanı hem de başka zamanlara.

Ferdy Kaplan, duruşma sırasında söylediği; 68 olayları, dünyadaki yansımaları, Jean Seberg’in yaşamı, Fransa’da yayımlanan kara kalem anlamındaki Stylo Noir dergisi etrafında şekillenen edebi anketler, Los Angeles’teki Watts ayaklanması, Dante’nin Komedya eserinin başına gelenlere kadar pek çok konuyla ilişkilendirdiği sözleriyle gerçeklerin er geç ortaya çıkacağı mesajını verir.

“Yalan kimseyi koruyamaz, gerçekler daima açığa çıkar.” savıyla işlenmiş tüm suçlarla yüzleşilmesini isteyenlerin mücadelelerine dikkat çeker.

Burhan Sönmez’in söylemek istediği pek çok konu var. Okuru ile sıcak bir bağ kurmayı başardığı eserinde az sözle çok şeyi anlatmak istiyor. Bunu da diyaloglarla sağlıyor. Franz K. Âşıkları arka planında edebiyat ve yaşama dair tezler barındıran bir roman. Yazarların öldükten sonra çiğnenen haklarına itirazı var Sönmez’in. Bu itirazını da edebi gerçeklere dayandırarak bir tezli anlatıya dönüştürmüş son kitabında. Franz K. Âşıkları, bu tartışmalardan haberdar olsun olmasın tüm bireyleri, okurları en çok da yayımcıları, ölmüş yazarların hakları konusunda düşünmeye davet ediyor.

Diğer romanlarında olduğu gibi temasıyla bağlantılı tarihsel olayları mekanların özellikleri ile yoğurarak eserin arka planına yerleştiriyor.

Karakterlerin özellikleri, polisiye olaylar ve adalet kavramlarının irdelenmesi Burhan Sönmez’in eserlerinin ortak noktaları. Salt ülkemizde değil dünyanın her yerinde rastlanan hukuk sistemindeki keyfilikleri polis-suçlu motifi ile Franz K. Âşıkları’nda da ele alıyor. Bu yanı ile roman otobiyografik özellikler taşıyor.

Franz K. Âşıkları; 2021’de PEN Uluslararası Yazarlar Birliği Başkanı seçilen insan haklarının dirençli savunucusu Burhan Sönmez’in Kürtçe yazdığı ilk kitabı. Yazılmadığı için çeviriyi kendi yapmış diye düşündüm.

Bireyin kendini ifade etme, dilini ve kültürünü yaşama hakkını; aynı olayların yaşandığı farklı coğrafyalardaki gerçek olaylara dayandırarak kalemine getiriyor Burhan Sönmez. Türk, Kürt, Alman, Fransız, Yahudi, Müslüman, Hıristiyan adı ne olursa olsun insanların yaşadığı ayrımcılığın acımasızlığı kesin. Bu kesinlikte bir başka acımasızlık ise ölmüş yazarların eserlerinin mirasçıları ya da yayımcıları tarafından bozulması, eserlerinin olduğu gibi korun(a)maması, vasiyetlerine uyulmamasına yönelik tutumlar.  Bu bağlamda romanı Burhan Sönmez’in tezlerini okurla paylaşmak istediği bir eseri olarak okudum diyebilirim. Bu insanı sıkmıyor tersine, sizi bu tartışmaya ortak ediyor.

İnsanın özgürlüğünden, daha önemli bir şey olamaz. Kafka’nın babasına yazdığı ama vermediği mektuptan hareketle “Her yazı yayımlanmak için değildir.” diyor. Kafka’ya yapılan ihanete karşı çıkarken, Boccaccio’nun esere eklediği “İlahi” sözcüğü nedeniyle Dante’nin ünlü eseri Komedya’ya da sahip çıkıyor.

Kitapta kişi, yer ve mekân adlarının hiçbiri rastlantı değil. Sönmez, edebi duruşunun ipuçlarını düğüm bölümüne yerleştirdiği kişi, mekân ve olaylarla da veriyor.

Burhan Sönmez’in daha önce akıcı anlatımıyla insanı içine aldığı eserlerinin bazı yerlerinde diyaloglarda tıkandığım olmuştu. Franz K. Âşıkları bu yönüyle çok başarılı. Eserin tamamını oluşturan ve aralarına vurgulamak istediği tüm düşünceleri ustalıkla yerleştirdiği diyaloglar okuyanı da kendisiyle konuşmaya yöneltiyor.

Burhan Sönmez kalemiyle herkese umut aşılıyor.

Söze düşen

Erinç Büyükaşık*

Tembelliğin Alegorisi:  Zamanın Sessiz Direnişi

"Tembellik, ruhun derinliklerinde çınlayan özgürlük marşıdır; işin prangalarından kurtulduğumuz anlarda, kendimizi ve evreni yeniden keşfetme serüvenidir.”

Kölelik ile tembellik arasındaki paradigma, insanoğlunun varoluşsal iki zıddı olarak tarihsel ve kültürel bir manzara sunar. Bu yazı, bu iki kavramın arasında dolaşan paradoksu irdelemeyi, böylelikle insan özgürlüğü ve bireysel irade üzerine kapsamlı bir tartışma yürütmeyi hedefler.

Kölelik, insanlık tarihinin en koyu gölgelerinden birini çizer. Bu, özgürlüklerin gasp edildiği, insan onuru ve eşitliğin ayaklar altına alındığı karanlık bir dönemdir. Kölelik, yalnızca bedensel bir esareti değil, zihinsel ve ruhsal bir zinciri de temsil eder. Bu durum, bireylerin kendi kaderlerini şekillendirme yetilerinin ellerinden alındığı, kendilerini ifade etme ve yaratıcılıklarını hayata geçirme fırsatlarının yok edildiği bir kısıtlamadır.

Tembellik, sıkça modern çalışma ahlakı içerisinde olumsuz bir eylem olarak damgalanır. Fakat derinlemesine bir inceleme, tembelliğin potansiyel olarak bir direniş formu olabileceğini gözler önüne serer. Paul Lafargue'ın "Tembellik Hakkı" adlı eseri, bu düşüncenin en etkileyici savunmalarından birini sunar. Lafargue, çalışmanın aşırı idealize edilmesine meydan okurken, tembelliğin bireyin özgürlüğünü yeniden kazanma ve yaşamın tadını çıkarma imkanı sunduğunu öne sürer. Bu perspektiften bakıldığında, tembellik, bireyin varoluşsal özgürlüğünü beyan etmesinin bir yöntemi olarak kabul edilebilir.

Paul Lafargue’nun kölelik ve tembellik bağlamında Napoleon’dan alıntıyla dile getirdiği şu ifade konuyu daha açık hâle getirebilir.

“Halklarım ne kadar çok çalışırsa kötülükler de o kadar azalır. Ben bir buyurganım…ve pazar günleri, dua saatinden sonra dükkanların açık tutulmasını ve işçilerin işlerine gitmelerini buyurmaya hazırım.”

Bu bağlamda Tembellik Hakkı’nın keskin eleştirelliğini yalnız kapitalizm, burjuvazi ve ideologlarıyla sınırlı tutmaması, işçi sınıfı, aydınlar, sosyalistler dahil, çalışmayı yücelten ve fetişleştiren herkese yöneltmesidir. Napoleon gibi otokrat modernistler kadar eşitlikçi siyasanın da çalışmayı yüceltmesi başat bir sorundur yazar için. Bir yanda aşırı çalışma diğer yanda işsizliğin işçi kitlelerinde yol açtığı yıkımı keskin çizgilerle ortaya koyan Lafargue, hiçbir biçimde sefalet veya mazeret edebiyatı yapmazken karşıt bir şekilde işçi sınıfının -Avrupa’da işçi sınıfının giderek derinleşip dillere destan haline gelecek- “çalışma tutkusu ve disiplinini” en sert biçimde eleştirir.

Kölelik ve tembellik paradigması, özgürlük ve irade kavramları üzerine derin bir çelişki yaratır. Bir yanda kölelik, bireyin özgürlüğünü ve iradesini gasp ederken diğer yanda tembellik, özgür iradenin bir tezahürü olarak belirir. Bu ikilem, bireyin toplumsal rolü ve özgürlüğü ile toplumun beklentileri arasındaki sürekli gerilimi ifade eder. Bu bağlamda, tembellik, edlgen bir durum olmaktan çıkıp, kölelikten kurtuluşun ve bireysel özgürlüğün aktif bir arayışı haline gelir.

Kölelik ve tembellik paradigması üzerine yürütülen bu inceleme, özgürlük ve bireysel irade kavramlarının yeniden tanımlanmasını zorunlu kılar. Tembellik, özgürlüğün bir ifadesi olarak algılandığında, kölelikten kurtuluşun ve bireyin kendi varoluşunu yönlendirme yetisinin bir sembolüne dönüşür. Bu çerçevede, tembellik ve kölelik arasındaki ilişki, bireyin toplumsal içindeki konum ve özgürlük arayışını derinlemesine sorgulama imkânı sunar. Bu ikilem, özgürlüğün sadece bir hak değil, aynı zamanda bireyin kendi kaderini şekillendirme gücü olduğunu ortaya koyar.

Zincirlerinden kurtulmuş düşünce, tembelliğin kutsal sığınağında soluk alır. Paul Lafargue'ın "Tembellik Hakkı" eseri, sadece bir manifesto olmanın ötesinde, ruhun özgürlüğüne ve yaratıcılığın sonsuz arayışına dair bir davettir. Bu çağrı, edebiyatın zaman ötesi derinliklerinden yükselen bir yankıdır; Kafka'nın karanlık labirentlerinden, Woolf'un aydınlık odalarından, Wilde'ın keskin zekasından süzülerek gelir bu yankı.

Oscar Wilde, özellikle "The Importance of Being Earnest” (Ciddi Olmanın Önemi, Ciddi İnsanlar İçin Önemsiz Bir Komedi) ve "The Picture of Dorian Gray”( Dorian Gray'in Portresi) gibi eserlerinde bireyin toplum normlarından bağımsız olarak kendi arzularını takip etme hakkını vurgular. Wilde için tembellik, yaratıcılığın ve sanatın bir kaynağı olarak görülebilir; bireyin kendi iç dünyasına dönük bir özgürlük alanı olarak algılanabilir. Wilde, "The Critic as Artist”(Sanatçı Olarak Eleştirmen) adlı denemesinde, sanatın ve yaratıcılığın değerini ve önemini savunarak bireyin düşünce ve hayal dünyasının zenginleşmesi için gerekli olan "boş zaman"ın değerini vurgular.

Virginia Woolf ise özellikle kadınların toplumsal rolleri ve bireysel özgürlükleri üzerine yoğunlaşan eserleriyle tanınır. "A Room of One's Own" (Kendine Ait Bir Oda) adlı eserinde, kadınların yaratıcılıklarını serbestçe ifade edebilmeleri için hem maddi hem de mekânsal özgürlüğe ihtiyaç duyduklarını savunur. Woolf için, bu tür bir "tembellik" anı, yani kendi kendine yetebilme ve toplumsal baskılardan uzak durma hakkı, kadınların sanatsal ve entelektüel potansiyellerini gerçekleştirmeleri için zorunludur.

Edebiyatın Tembelliği: Direnişin Şiiri

Edebiyat, tembelliği ruhun derinliklerine yapılan bir yolculuk, kendini keşfetme ve sınırları zorlama serüveni olarak kabul eder. Oscar Wilde'ın ironik ve keskin diliyle dile getirdiği "Hiçbir şey yapmamanın zorluğu" aslında zihnin en derin sularına dalmanın, yaratıcılığın ve özgün düşüncenin kaynağının keşfidir. Edebiyatın bu evreninde, tembellik, sürekli üretim ve tüketim çarkına karşı bir direnişin, yaratıcılığın ve özgün düşüncenin besleyicisi olarak ortaya çıkar.

"Tembellik Hakkı," edebiyatın dokunduğu bu meselelerle zarif bir dans eder. Lafargue'ın radikal argümanları, edebiyatın uçsuz bucaksız denizinde yelken açıyor bir şekilde; Kafka'nın absürd dünyasına dokunurken Woolf’un kadınlık ekseninde özgürlük arayışıyla yankılanıyor. Bu durum tembelliğin sadece bir hak olmadığını, aynı zamanda özgürlüğün ve yaratıcılığın bir gerekliliği olduğunu göstermektedir bir biçimde. Bu anlamda          bu çağdaş çağrı, modern dünyanın karmaşasından uzaklaşıp ruhun derinliklerine ve sakin düşüncelere yönelmeye davet etmekte insanı. "Tembellik Hakkı" ve edebiyatın bu konudaki yansımaları, insanı sürekli üretken olma baskısından kurtarır ve yaşamın gerçek anlamını keşfetmeye yönlendirir bireyleri.

Paul Lafargue ve edebiyatın bu konudaki eserleri, tembelliği edilgen bir durum olmaktan çıkarıp bir özgürlük ve yaratıcılık pratiği haline getirmektedir. Bu lirik savunma, okuyucuya, yaşamı kendi şartları altında, kendi ritminde yaşama ve dünyayı kendi özgün perspektifiyle yeniden yorumlama cesareti verir. Tembellik, böylece, direnişin, özgürlüğün ve yaşamın sanatını icra etmenin sembolü haline gelir. Bu makale, zamanın ötesindeki bu direnişi, tembelliğin lirik bir savunusunu sunar; ruhun özgürlüğüne ve yaratıcılığın sonsuz arayışına bir övgü niteliğindedir.

Bu direniş, yalnızca bireyin iç dünyasında değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir hareket olarak da kendini gösterir. Edebiyat, tarih boyunca, baskı ve yozlaşmaya karşı bir sığınak, özgürlüğün bir laboratuvarı olarak işlev görmüştür. Tembellik, bu bağlamda, yalnızca kişisel bir tercih değil, aynı zamanda kolektif bir bilinç ve kültürel bir direniş biçimi olarak ortaya çıkar. Edebiyatın bu evreninde tembellik ve kölelik paradigması, insan ruhunun özgürlüğü ve baskı altındaki iradesi arasındaki sürekli mücadeleyi yansıtır. Yazarlar ve şairler, kendi zamanlarının ötesine geçen eserlerle, bu mücadelenin, insanın kendini ve çevresini anlama yolculuğunun ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermişlerdir.

Bu yolculukta tembellik, ruhun özgürleşmesine ve insanın içsel potansiyelinin keşfine giden kapıyı aralar. Lafargue'ın "Tembellik Hakkı" ile edebiyatın ölümsüz eserleri arasında kurulan diyalogun bu yönü, bireysel ve toplumsal düzeyde özgürlüğün yeniden tanımlanmasına olanak tanır. Bu diyalog, tembelliğin, köleliğin zıddı olarak değil, aynı zamanda bireyin özgürlüğünü ifade etme ve yaşamın sanatını yaratma gücü olarak görülmesi gerektiğini vurgular. Lafargue’ın sunduğu alternatif kapitalizmin karakteristiğini oluşturan “aşırı çalışmak” yerine “tembelliğe tat verecek bir çeşni”nin inşasına dayanmaktaydı. Çalışmanın dayatılan değil, izin verilen bir şey olması gerekiyordu ve emek hareketi “tüm insanların günde üç saatten fazla çalışmasını yasaklayacak delinemez bir yasayı” savunmalıyken bunu teknolojiyle insanlık bir şekilde başarabilirdi. Sermayenin açgözlülüğünün hastalıklı boyutlara ulaştığı yeni çağda, Lafargue’ın metinleri toplumsal örgütlenmemizin önceliklerini yeniden düşünmeye davet eder. Yaratıcılığa fırsat veren bir “tembellik” savunusudur bu.

Ez cümle Paul Lafargue'ın ve edebiyatın derinliklerinden gelen bu çağrı, zamanın ötesine geçen bir direnişin, tembelliğin lirik bir savunusunun sesidir. Bu ses, insan ruhunun özgürlüğüne ve yaratıcılığın sonsuz arayışına bir övgüdür, bizleri yaşamı kendi şartlarımızda, kendi ritmimizde yaşamaya, dünyayı kendi özgün bakış açımızla yeniden yorumlamaya davet eder bir şekilde. Tembellik, bu anlamda, sadece bir direniş biçimi değil, aynı zamanda özgürlüğün ve yaşamın sanatını icra etmenin bir yöntemi, bir yaşam tarzı haline geliverir.

Anne Baba Kütüphanesi

Daha Mutlu Bir Ebeveyn Olmak

Doç. Dr. Ümüt Arslan - Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın- Psikolog Seray Bingöl*

“Daha mutlu bir ebeveyn olmak, sadece harika çocukları yetiştirmek ve onları bir hedefe odaklamakla ilgili değildir. Bu mutluluk -sevinç, doyum, huzur ve geriye baktığınızda gülümseyerek hatırladığınız- deneyimlerle ilgilidir.”

Kitabın her bölümü ebeveynler için sorun oluşturan ayrı ayrı konuları ele alıyor. Kitapta yapılan son araştırmalar ve gerçek yaşam deneyimlerinin harmanlanması, soruna değil çözüme odaklanmak üzerine detaylı bilgilere yer veriliyor. Kısa vadede çocuğumuzun işini yapmak cazip hale gelirken uzun vadede onlara “büyümeleri” için gereken becerileri veremiyoruz. Uyku, tatiller, ekran gibi ebeveynler için sorun olan neredeyse tüm konular kitapta ele alınmış.

Daha mutlu ebeveynler çocuklarını yoğun müdahalelerden uzak tutup bağımsız yetiştirirler.

Bu sayede çocuklar sorunlar karşısında nasıl baş etmeleri gerektiğini daha iyi bilir. Çocuklarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçları üzerinde tutmazlar. Çünkü mutlu etmek için öncelikle mutlu olmak gerekir. Bu mutluluk da öncelikle kendi ihtiyaçlarını karşılamakla ilgilidir. Ebeveynlik demek sürekli fedakârlık yapmak, kendini unutmak, peşinden koşmak değildir. Ebeveynlik çocuğunun her anına şahit olmak, gülüşüyle mutlu olmaktır. Çocukların günlük deneyimlerine olumlu yaklaşmak demektir. Belki de ebeveyn olmak çocukların gün içerisinde yaşadığı ya da yaşayacağı deneyimleri yaşamı tehdit edici unsur olarak görmemektir. Kitapta yanlış bir şey olmadığından bahsediliyor. Çocukların deneyimleri onlar için hep doğru olan. Ebeveyn olarak bazen neyin sadece kuru gürültü ve kızgınlık olduğunu ayırt edemiyoruz. Rutinler olmasının hayatımızdaki olumlu etkisine değiniliyor. Çocuklarımız için yatma saati, kalkma saati gibi. Fakat bu rutinler sadece çocuklarımız için değil bizler için de olmalı. Siz eğlencenin tadını çıkarırlar, çocuklarımıza uyumak gerektiğini söylemek onları bizden uzaklaştırıp süreci daha zorlu hale getirebilir.

Ebeveyn olarak değiştirilebilecek şeyleri değiştirmek için çaba sarf ediyoruz. Fakat bu uzun vadede çok olumlu sonuçlar sunmuyor. Günü kurtarmak, olayların üstünü kapatmak bizlerin uzun vadede mutlu olmasına olumlu etki etmiyor. Ebeveyn olarak kısa vadede sorun çözmeye çalışsak da daha mutlu olmanın bir yolunu bulmaya çalışmalıyız.

Daha mutlu bir ebeveyn olduğumuz günlere… Keyifli okumalar.

Hikâyelerin büyüsü

…Onu elimde tutmayı beceremedim. Gizemli taraflarım olmasa da varmış gibi yapmalıydım. Ara sıra onu evde bekleterek dışarıda arkadaşlarımla takılmalıydım. “Tamam, seni seviyorum ama bunlar da benim kaç yıllık arkadaşlarım, birbirimizin her şeyine karışmayalım,” deyip sınırımı çizmeli, bana saygı duymasını sağlamalıydım. Evlenince nerede oturacağımızı düşüneceğimize, evliliğin insan doğasına aykırı bir şey olduğunu söyleyip uykularını kaçırmalıydım. Ben ne yaptım? Tasmamdan tutup beni sürüklediği her yere sızlanmadan gidip yapmamı istediği her şeyi yaptım. Makarna yiyip göbek yağlarımı sağlamlaştırdım. Şimdi de bomboş evde yere yatmış, sahibinin dönmesini bekleyen kopek gibi üzgün, ağlamaklı havlayıp duruyorum.

                                                                                                                          Arzu UÇAR

                                                                                                                       Dış Kapının Mandalı

Yazarın büyüsü

Öykü dünyasını çok erken yaşta, çok değerli isimlerle keşfettim. Selçuk Baran’ın Kış Yolculuğu ve Nazlı Eray’ın Hazır Dünya’sı şimdi bile asla eskimeyen, dil anlamında bize çok şey öğreten metinler. Bu öykülerin içindeki dünya çok büyülü ve aynı zamanda çok gerçek. Vüs’at Orhan Bener, Dost Yaşamasız’ı ile beni alt üst etmişti. Onun en acımasız şeyleri anlatırken kullandığı soğukkanlı dili Marquez’e çok benzetirim. Yine çok benzer bir dili kullanan Sevgi Soysal var sonra. Hayatımda okuduğum en komik ve en sarsıcı kadın hikâyesidir Tante Rosa. Bu isimler bana edebiyatı sevdirdi; öykü dünyamı, öyküye bakış açımı şekillendirdi. Onları keşfettiğim ve dünyalarına girebildiğim için çok mutluyum.

                                                                                                                 Arzu UÇAR

Ayın şairi

Orhan Veli Kanık 100 yaşında

Gözleriyle dünyaya 13 Nisan 1914’te bakmaya başlar Orhan Veli.

Eskiler alıyormuş, bir de üstüne rakı şişesinde balık olmak istemiş, Süleyman Efendi’nin nasırının çığlığı bile derdi olmuş şiirinin. Yaşamı şiirleri gibi biraz ironik, zamanında Ankara’da yaptığı PTT memurluğu, şairin ölümünün de habercisi gibi olmuş, Ankara’da geziyorken bir PTT çukuruna düşmüş fakat ölüme çoktan restini çekmiş Orhan Veli ölüme yakın şiirinde; “Ölürsek temizleniriz, ölürsek iyi adam oluruz” demiş...

Yalnızlık Şiiri

Bilmezler yalnız yaşamayanlar,

Nasıl korku verir sessizlik insana;

İnsan nasıl konuşur kendisiyle;

Nasıl koşar aynalara,

Bir cana hasret,

Bilmezler.

Editör: Duygu Kaya