Türkiye'nin ekonomi yönetiminde yaşanan 'faiz' inatlaşması, çatlağı yeni değil. AKP hükümetleri döneminde sıkça yaşandı. Bazen geçmişe bakmak hastalığa reçete yazmak gibi bir şeydir. Başbakanlık yaptığı dönemde Recep Tayyip Erdoğan'ın giderek otoriterleşmesi nedeniyle ekonominin içinden çıkılamaz noktaya gideceğinin sinyalini daha o zaman vermeye başlamıştı. AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yaz ortasında ekonomi politikasını yakından ilgilendiren iki önemli mesaj vermiş ve "Ağustos sonrası enflasyon düşecek.
Sonraki dönemde faizler de düşeceği için enflasyon tekrar yükselmeyecek" açıklamasını yapalı bir kaç ay oldu. Erdoğan bir taraftan Merkez Bankasını faiz indirimine çağırırken öte yandan uzun süredir tartışılan faiz-enflasyon ilişkisi tekrar ülke gündemine oturdu.
Erdoğan’ın uzun süreden sonra, “Merkez Bankası başkanımla konuştum, faizi indirmemiz lazım” demesi ve üç bürokratı görevden alması, TL’nin rekor değer kaybına neden oldu. Piyasalar, tüm dünyanın artan enflasyona karşı takındığı tutuma rağmen, Türkiye’nin yükselen enflasyona “faiz indirimi” ile cevap verme niyetini şaşkınlıkla karşıladı. Piyasaların bu kadar büyük tepki vermesinin bir çok nedeni var. Erdoğan'ın, artık “şahsım” diyerek tüm kararları tek başına almaya başlaması Merkez Bankasının bağımsızlığını tümüyle yok ediyor. Ekonomistler, "Enflasyonun dünyada henüz yükselmediği dönemde bile Türkiye'deki enflasyonun yeniden yüzde 17'ye çıkmış olması, artış trendinin ise devam ediyor olması, piyasaların tepkisini artırıyor" uyarısında bulunuyor. Şahsım yönetimi ise bu uyarıları tabi ki duyuyor. Bu konudaki uyarı ve eleştirilere kulak asmıyor. Bugünlerde dünyada yeniden enflasyon trendi başlamışken, buna bağlı faiz artışları gündeme gelirken; Türkiye’nin artan enflasyona rağmen faiz indirimini dile getirmesi ise ister istemez paniğin büyümesine neden oluyor.
Aynı hatayı yapmanın maliyeti ne olur?
Türkiye’nin kendine özgü ekonomik koşulları ise böyle bir dönemde faiz indiriminin çıkaracağı faturayı iyice büyütüyor. Türkiye dış borç açığı olan, bu nedenle yabancı sermayeye ihtiyaç duyan bir ülke. Rasyonel politikalar uygulayıp dış kaynak akışını devam ettirmesi şart. Burada da yatırım yapmak isteyen yabancı sermayenin insan hakları, hukukun bağımsızlığı ve üstünlüğü, demokrasi, özgürlükler konusundaki kırmızı çizgileri ortaya çıkıyor. Bunlar olmadan yatırma yanaşmıyor. Ne yazık ki ülkeyi yöneten Tek adam rejimi bunları gözardı ediliyor. Erdoğan’ın yüksek büyüme hırsını yerine getirebilmesi için ise mutlaka yüklü dış kaynak akışının yeniden sağlanması gerekiyor. Özel sektör dış borçlarının yüksekliği, kamu borçlarındaki büyüme, bunun yanında “128 milyar dolarlık rezervin eritilmesi”, Türkiye ekonomisi için seçebileceği yolları kapatıyor. Bir çok ekonomi uzmanı, akademisyenler uyarılarda bulunuyor. Faizin hem enflasyonu artırıcı hem de azaltıcı iki kanalı harekete geçireceğini dile getiriyorlar. Nedir bu kanallar? diye sorduğumuzda, faizin, üretici açısından borçlanma maliyeti olduğunu dolayısı ile faiz arttığında borçlanma maliyetinin ve bunun getirdiği enflasyonist baskının da artacağını belirtiyorlar. Yani daha uzun vadede, yüksek faiz kur ve talebi aşağı çekeceği için enflasyonun düşeceğini ifade ediyorlar.
Zıt yönde çalışan bu iki kanaldan ikincisinin daha büyük bir etkiye sahip olduğuna dikkat çekiyorlar. Yani özetle, yüksek faizin ekonomi üzerindeki net etkisinin enflasyonu azaltacağını söylüyorlar. "Erdoğan’ın faiz takıntısının ardındaki gerçek" ne? Buna bakmak lazım. Geçtiğimiz hafta içinde AKP kurucularından ve eski Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın, "Bizim dindar insanlarımızın bile tamamen tersine döneceğini bir gün göreceğiz. Çünkü onlar dini böyle hamaset kokulu konuşmaların yanında cebine giren ve cebinden çıkan paraya bakar. Eğer onda bir eksilme görüyorsa, din iman vatan millet bunlar bir kenarda durur onlara saygısını eksik etmez ama değer yargıları tamamen değişir." sözleriyle birilerine mesaj verdiği ortada. Ancak ülke 19 yıllık AKP iktidarında aşırı dış kaynağa bağımlı hale getirilen, sıcak para ile döndürülen, inşaat sektörüne yapılan dopingle canlı tutulan, aynı zamanda iktidar üyelerinin rant ve yağma iştahına kurban edilip eşi görülmemiş yolsuzluklara sahne olan ekonomi yönetimi konusunda AKP içinde çatlaklar yıllar önce başladı. İlk büyük çatlak, partiyi kuran çekirdek kadroda yer alan Abdüllatif Şener ile başladı. Şener, iktidarın, Galataport ihalesi başta olmak üzere AKP’nin peşkeşe dayalı özelleştirme uygulamalarına karşı çıktı. Erdoğan ve AKP ile yolsuzluk konusunda ters düşen Şener, sonunda kurucusu olduğu partiyle yollarını ayırdı. Şener'de“Bu kabine ve kabinenin başındaki başbakan parasal konulara meraklıdır. Nerede para varsa üzerini kapatmaya eğilimlidir. Şu ana kadarki hükümet etme biçiminde de paraya sahip olmak en temel refleksidir. Hissiyatımı pekiştiren yüzlerce olay, gözlem yaşadım. Objektif koşullarda bunlar yargı sürecine girecek nitelikte olmayabilir. Ama sübjektif olarak baktığımda yolsuzluklarla yoğurulmuş bir iktidar anlayışı işbaşındadır.” sözleriyle yollarını ayırmıştı. Bugün parti kurucularından olan ve Erdoğan'la yollarını ayıran bir diğer isim ise 2012 yılında, Başbakan Yardımcısı olan Ali Babacan ile dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan arasında ekonominin direksiyonu için kavga yaşandığını da buradan anımsatmak isterim. Babacan'da yollarını ayırdı. AKP'de parti kurucularından hemen hemen hiç kimse kalmadı. Gelir dağılımı adaletsizliği sürerken, reel geliri yerinde sayan vatandaş borçlanmada da sınıra dayanınca tüketimde frene bastı. Tüketim yavaşlayınca ekonomi çakıldı, devlet vergi toplayamaz oldu, hedefler şaştı, zaten ağırlıkla, vatandaşın tükettiği mal ve hizmetler üzerindeki dolaylı vergilerden gelen gelirle finanse bütçede rekor açık ortaya çıktı. AKP, çözümü yine vergileri artırarak faturayı vatandaşa kesmekte buldu. Erdoğan, bir de Cumhuriyet’in 100. Yıl dönümü olan 2023’de ilk 10 ekonomi arasına sokma hedefi ortaya koydu ve hiçbir ciddi plan ve programı olmaksızın bu iddiasını tekrarlayarak halkı kandırıyor. CHP Sözcüsü Faik Öztrak, "Uluslararası kuruluşların yayımlanan tahminlerine göre Türkiye, 2021’de dünyanın en büyük 20 ekonomisi liginden düşüyor" sözleri ülke ekonomisinin geldiği noktayı gösteren bir başka tespit. Önlem alınmazsa, ekonomi yönetimindeki vizyonsuzluk ve keyfilik Türkiye’yi büyük yapısal sorunlarla karşı karşıya bırakacak. Bunun faturasını ise  tüm halkımız ödeyecek. Türkiye ekonomisinin yeni bir liderliğe, yeni bir vizyona, henüz düşünülmemiş daha fazla katmadeğer yaratan yeni şeylerin üretiminin planlandığı yeni bir kalkınma hikâyesine ihtiyacı var. Yaşanan olumsuzluklar ise olası bir erken seçimle, yeni bir kalkınma hikayesi yazacak  iktidarın doğum sancıları.