Uzakta sakin bir göl manzarası hayal etmekle başlar, dinginliği aramak belki de. Karların düştüğü, içinde ördeklerin birbirine sığındığı bir göl. O birbirine sığınma anını özlersin tam o anda. Alıp seni başka düşüncelere götürür. Paralel dünyalar diye adlandırdığımız şeyler belki de bunlar değil mi? Hep bir kaçış halinde olmak aslında tam da yaşadığımız ve kaçamadığımız durmadan yakalandığımız bir makine gibi işleyen en gerilimli filmlerin kahramanı; kendimiz. Makinanın bir parçası olmayı hayal ettiğimiz çağlar da olmuş kimi zaman. Parçalanmış bir dünyayı toparlama girişimlerimiz de.

Dağınık bir yatak kalmış zihninde en son kapıyı kapattığında gördüğün ve düzenli olamamanın rahatsızlığını hissettiğin hücren işte o gardiyanlık vazifesini verdiğin. Şimdi bana her sesle söyleyebilirsin sitem şarkılarını ve anlamlandırmadığın bu kelimeler denizinin içinde korkmuş bir çocuğun gözleriyle bakabilirsin gözlerime. Tüm bu saçma yığını, çok uzaktaki bir nehir kenarında kahve içme ezber hayaliyle bozulabilir. Evet yanlış duymadığın ezber hayali. Bazı davranışlarımızın bize ait olduğuna emin misin? Sen de kuşkulanmıyor musun, başkasıyla aynı tepkiyi üretmene. Davranış biçiminin bir tornadan çıkmışçasına benzemesine. Verdiğin tepkilerin, bir kamera çekimi gibi algıladığın hayatın sana dayatmasına. O zaman sırada gelecek var. Bugün seni alabiliyorlarsa eğer, geleceği neden şansa bıraksınlar. Öfkelendiğinde, sıkıldığında kurduğun hayallere dair resimler, komplo teorimin bir parçası olabilir pek tabi ama ya değilse. Ve hatta komplo teorilerimiz bile aynılaştıysa endişelerimizin kaynağı nerede?

Tunç Soyer, çok önemli bir adım attı geçtiğimiz hafta. Kent politikasını alan, ezber bozan ve bu ülkede yaşayan herkesi ilgilendiren bir adımdı. Can Yücel Tohum Merkezi. İsviçre bir kaç sene öncesi kendi tarımcılığını ve hayvancılığını geliştirmeye başladı, ekonominin en önemli damarının üretimden geçtiğini vurguluyordu. Sınır muhafızlarının yani gümrük görevlilerinin olmadığı Avrupa’da sadece İsviçre sınırında görevli insanlar görebiliyordunuz. 1 km ilerideki markette neredeyse yarı fiyatına olan ürün almanın bir sınırlaması vardı çünkü. İsviçre halkına kendi ürettiği ürünleri pahalı da olsa almasını önermekle kalmıyor bunu yasalarla da koruma altına alıyordu. İsviçre turnesinde konuştuğumuz bir kaç Basel yaşayanının duruma itirazı oldukça cılızdı. Çoğunluk bu politikanın ülkede yaşayanların yararına olduğunu biliyordu. Hatta bunu bir ekonomi meselesinden çok bir bağımsızlık meselesi olarak düşünüyordu. Yerli tohumların önemini kavramak açısından benim için önemli bir deneyimdi. Sonrasında ise Tunç Soyer’in Seferihisar’dan beri bu anlamda attığı adımları gururla izlemeye başladım. Bu aklın, memleketin kaderini değiştirebileceğini biliyordum. Siyaset somut koşulların elverdiği ölçüde, yaşananlara somut cevaplar üretmeyi gerektirir. İktidara verilecek bundan daha sert bir cevap, onların kâbusu olacak daha sert bir adım düşünemiyorum. Ben de görüyorum internette yazılanları, ben de biliyorum Halkın Bakkalı’ndaki fiyatları ama satın aldığımız şeyi düşünmek gerekmiyor mu? Aslında yaptığınız alışverişin bir savunma eylemi olduğunu fark etmek, bu eylemin bu toprakların efendilerini kendi özlerine döndürecek yegâne eylem olduğunu bilmek her şeyden öte bence.

Ezberlenmiş davranış biçimlerimizi aynada kırmak böyle mümkün olabilir. Başka bir dünya istemi ancak başka bir hayal kurmakla mümkün. “Herkes düşlerinin büyüklüğü kadar özgürdür” lafını Ernesto yoldaş, kartpostalda kalsın diye söylememiştir muhakkak. Şimdi cümlelerimizi gerçeğe çevirmenin yollarını bulmanın, bu yolu bulanların yöntemlerini geliştirmenin ve ezberlerin bozulmasından korkanların kâbuslarını hayata geçirme zamanı. Şimdi birbirimizle ısınma, göldeki karları eritme zamanı.