Paralel telefonu kim icat ettiyse çıksın ortaya…

Baharın ama ilkbaharın tomurcukları kalbimizde yeni yeni açmaya başladığı zamanlardı. Her insanoğlu gibi âşık olup kelebekler gibi baharın verdiği gazla her çiçeğe konarken ayrıldığımızda kalbimizin üstüne düşen karları temizlerken her seferinde kalbimize attığımız çizikler henüz otobüs duraklarına atılanlar kadar değildi. Yıllar geçtikçe çizikler derinleşip yaralara dönüşmeye başlamıştı.

İlk kız arkadaşım, gece herkes uyuduktan sonra telefonla konuşuyoruz. Arada sırada pastanede buluşuyoruz. Sırılsıklam âşık olmuşum haberim yok. Nasıl olsun ilk defa âşık oluyorum. Bir gece telefon konuşmasının yarısında önce bir tık sesi ardından üçüncü bir soluk sesi hissediyoruz. Sevgilim “Babam!!!!” diyerek telefonu kapatıyor. Ben sabahı sabah ediyorum. Ertesi gün öğreniyorum olanları, evde iki telefon varmış biri salonda diğeri yatak odasında… Ahhhh o paralel telefon yok mu? Kim icat ettiyse çıksın ortaya söz bir şey yapmayacağım. Kardeşim bu kalbi de bir insan taşıyor. Hep çizik, hep çizik yazıktır, günahtır.

Ne güzel söylemiş Âşık Veysel:       

Güzelliğin on par'etmez/ Bu bendeki aşk olmasa.

Aşk... Bu duyguyu yaşamayan var mı? Terk edildikten sonra oturup ağlamayan, kadın-erkek hiç fark etmez, bu duygu alır sizi götürür uzak diyarlara, gidilmemiş ülkelere; ayaklarınız yerden kesilir, sağlıklı düşünemezsiniz.

Alain de Bottonun “Aşk Üzerineadlı kitabını okumuş muydunuz? Kitap yüzyılımızı, aşklarımızı, yenilgilerimizi, ihtiraslarımızı tam da “Ah, ben de öyle düşünmüştüm/ hissetmiştim/ yapmıştım!” dediğimiz yerden yakalıyor. İçinde yaşadığımız dünyanın “aşk” diye adlandırdığı şeyin, doğum günü hediyelerinden, hafta sonu kaçamaklarından, yılbaşı partilerini beraber geçirmekten başka bir şey olduğunu düşünenler için harika bir kitap.

Carl-Johan Vallgren’in yazdığı “Bir Garip Aşk Hikâyesion dokuzuncu yüzyılın başlarında, Königsberg’deki genelevde bir hilkat garibesi doğar. Doğarken annesinin ölümüne sebep olan bu canavarımsı yaratık sağır, dilsiz ve ürkütücü bir şekilsizliktedir. Ne var ki çok gizli bir yeteneğe de sahiptir: İnsanların zihnini okur, kalplerinin en derininde olup biteni bilir. Herkül adı verilen bu bebeğe hayatın bahşettiği en büyük armağan, onunla aynı gün genelevde dünyaya gelen güzeller güzeli Henriette Vogel’le birbirlerine duydukları kopmaz aşktır ama içinde yaşadıkları dünya -tahmin edebileceğiniz gibi- böyle bir aşkı kaldıramaz, âşıklar birbirlerinden uzağa savrulurlar. Yeteneği başına bela olan, çetin düşmanlar edinen Herkül, on dokuzuncu yüzyıl boyunca aşkının peşinde Avrupa’yı bir ucundan diğerine dolaşır. Tımarhaneler, ucube sirkleri ve manastırların içinden geçerken, dönemin yüksek kurumlarındaki mühim şahısların içyüzüne tanık olur, dehşete kapılır.

Gözlerimizin önündeki kan, hırs ve toplumsal baskıyla, çürüme ve kutsalın kötüye kullanılmasıyla dolu bir tarihtir. İnsan olmanın anlamını sorgularız kahramanımızla birlikte ama her şey bir yana, garip de olsa, sarsılmaz bir aşk öyküsüdür dinlediğimiz.

Birçok hikâyede olduğu gibi aşkta da hep bir ümit vardır. Geri dönecek ümidi… “Ezginin Günlüğü’nün Dargın Mıyız?” albümündeki “Eksik bir şey” şarkısını her dinlediğimde geçmişe giderim. Şu sözler beni benden alır; “Kalksam duraktan dolmuş gibi /Arka koltukta unutulmuş gibi / Terliklerimle gelsem sana / Sonunda aşkı bulmuş gibi…” Terlikle kapınıza gelmiş bir eski sevgili… Sonra devam ediyor, eksik bir şey mi var hayatında…

Peki, o Zerdali şarkısında ki davetkâr “Fincana kahve koydum gel ahhhh, bugün şeytana uydum gel, ay doğdu dağın üstünden aman aman dallarda beyaz çiçekler” sözlerine ne demeli...

Yazın sıcağından, bunaltısından kurtulduğunuz serin bir bahar sabahı sevgilinizle Kordon’da, bir bankta, farklı duygularla -aşkı konu alan kitapları şimdilik bir kenara bırakıp- geçen gemilerin siren sesinde, denizin içinizi ürperten serinliğinde buluşmanız dileğiyle...

Ben mi? Furuğ Ferruhzad’ın dediği gibi “Yaralarım Aşktandır.”