Alman düşünür F. Engels, “...Bu arada, doğaya karşı zaferlerimizle fazla böbürlenmeyelim. Her birinin öcünü teker teker bizden alıyor. Her bir zafer hiç kuşku yok ki ilk kertede bize beklediğimiz sonuçları getiriyor ama ikinci ve üçüncü kertede çoğunlukla ilk sonuçları tahrip eden tümüyle farklı ve öngörülemeyen etkilere yol açıyor.” demekle ne güzel söz etmiş!

Doğaya karşı kazandığımızı zannettiğimiz her zafer esasında insan türü de dahil yaşamın bütününün sonunu getirmektedir. Artık çok açık seçik görüyor, yaşıyor ve biliyoruz ki, bizim her müdahalemizde doğa derhal yeni dengeler ve oluşumlar üretmektedir.

Artık sermaye doğayı da metalaştırmış, kendi mülkü edinmiştir. Sermayenin çıkarları için doğayı, doğal dengeleri koruyacak eylem ve söylemleri saptırmak için, her türlü olanak ve yöntemi de kullanırlar. Saptırmacı, şaşırtmacı, edilgen, teslimiyetçi  “çevre örgütleri” kurarlar. Dünyada da ülkemizde de bu böyledir.

Sermaye adına yaşamın doğal dengesini bozanlar doğayı koruma adına yasalar bile çıkarmaktadırlar. O doğa katliamcı yasaları sermayenin sürdürülebilirliği yani “kalkınmanın sürdürülebilirliği” içindir! Sermayelerini toplumdan korurlarken, doğayı sonuna kadar sömürebilmelerinin de yollarını açarlar. Bilmeleri gerekir ki tüm yasaların üzerinde doğanın yasaları vardır ve son sözü daima doğa söyler!

Gerçekten yaşam savunulacaksa bu “çevre örgütleri” ile değil ekolojik örgütlenmeler ve siyasal ilişkilenmeleriyle yaşam bulur. Olay tam anlamıyla siyasaldır ve siyasal parti önderliği olmaksızın asla çözüm üretilemez. Bunu bilirler ve bu nedenle de ekolojik mücadele alanlarında “bu işe siyasetin karıştırılmaması” söylemlerini sürekli dillendirirler. Siyasallaşmış ekolojik mücadele en büyük korkularıdır. Bu yaşamın sürdürülmesini sağlarken sermayenin sömürü düzeninin sonunu getirir. Yaşamın sürdürülebilirliği için bu siyasallaşma, partileşme veya parti ilişkisi sağlamak mutlak gereklidir.

Siyasallaşmayla birlikte izlenecek sağlıklı politikalar için emek ve ekolojik mücadelelerinin ayrılmaz bir bütünün parçaları olduğunu bilmek gerek. Emek örgütleriyle ekoloji örgütlerinin işbirlikleri sağlanmalıdır. Bu oldukça zor bir iştir. Sermaye yaşamı yok edeceği yatırım alanlarının en yoksul emek kesimlerini işe yerleştirirken kendi amacı doğrultusundaki “sendikalar” ile işbirliği yapmaktadır. Bir yanda işsizlik, yoksulluk, açlık bir yanda köle ücretiyle de olsa iş vardır. Çözümü, sabırla ve kararlılıkla emek ve doğa sömürüsünün ayrılmaz bütün olduklarını, ülkenin sömürgeleştirilmesine yol açacak bu tür yatırımların emekçileri de köle haline getireceğini anlatmaktır.

Bugüne kadar içinde bulunduğum ekolojik mücadelelerde yapılan yanlışlardan birinin de konuyu hukuksal ve teknik bilgilendirmeyle, davalar açarak kazanacağımızı zannetmiş olmamızdır. Karşımızda sömürge hukuku uygulayan hatta ona bile uymayan iktidarlar oldu. Nice davalar kazanıldı mahkemelerde ancak bu kararlara uyulmadı; gördük, yaşadık, biliyoruz. Konunun sınıfsal ve politik tarafı çok iyi anlaşılmalı, anlatılmalıdır. Evet, ekolojik mücadeleler antikapitalist ve sınıfsal mücadelelerdir.

Ekolojik yaşam mücadelelerinin yerellerle sınırlı kalmaması da sağlanmalıdır. Özellikle kırsalda yaşayanlar kendi yaşam ve üretim alanlarını korumakla yetinmektedirler. Oysa sermaye eninde sonunda oraları tekrar yoklayacak ve kazanımlarını yok edecektir. Sermaye sabırlı, dirençlidir ve asla vazgeçmez! Bu nedenle ekolojik hareketler, platformlar arasında eşgüdüm, birliktelik sağlanmalıdır. Direnişler dayanışma içinde, bir bütünlük içinde yürütülmelidir.

“Parayı verenin düdüğü çaldığı” asla unutulmamalı ve ekoloji örgütleri hiçbir şekilde fonlardan, destekçilerden yararlanmamalıdırlar. Kendi olanak ve dayanışma, yardımlaşmalarıyla işlerini becerebilme yeteneğine kavuşmalıdırlar. Gönüllüleri olacaktır; TMMOB, TBB, TTB gibi...

Direnişe konu olan yatırımı gerçekleştirmeğe çalışan şirketin ülkesindeki ekoloji örgütleriyle dayanışmaya girildiği gibi yatırımı kredilendirecek finans örgütlerine de direnişte ve yatırımın gerçekleştirilmemesinde kararlık vurgulanmalıdır. Bergama’ daki altın madeni sürecinde bu başarılmıştır.

Sermaye, algı operasyonlarıyla, gözlerimizi yeşile boyamaktadır. En gereksiz ürünlerini bile “çevreci” olarak tanıtmakta, tüketimlerini teşvik etmektedir. Sorunun çözümü tüketim toplumu olmaktan kurtulmaktır. Mücadelenin illâ bir rengi olması gerekiyorsa bu renk kızıldır!

Sanayi Devrimi buharın işgücüne katılmasıyla gerçekleşti. Şimdi dijital teknolojiler kullanılıyor; Endüstri 4.0 ve endüstri 5.0’dan söz edilmektedir. İşte bu dijital teknoloji devrim çağında ülkemize, sera gazlarından en sorumlu olan sanayi sektörleri konuşlandırılmaktadır. Demir-çelik, çimento, kâğıt, enerji üretimleri, cam, kimya sanayileriyle birlikte madencilik, gemi sökümü gibi yatırımların üsleri haline geldi ülkemiz.

Her yıl 35000 canlı türü sermayenin sürdürülebilirliği ve egemenliği için yok ediliyor!

Yaşamın yok edilmesi nereye kadar sürdürülebilir? Bugüne kadar beş kez büyük yok oluşu yaşamış olan dünya altıncı yok oluşunu insanın sermaye kültürüyle yaşamak üzere! Dinazorsuz yoluna devam eden dünya insan türü de olmadan varlığını sürdürebilir.

Sorumluluklarımız büyük. Yaşamın sürdürülebilirliği mücadelemizdeki yanlışlarımızdan dersler de çıkartmalı ve rotamızı doğruya yöneltmeliyiz. Ama önce önyargılarımızdan, boş inançlarımızdan ve dogmalarımızdan kurtulmakla başlamalıyız işe.

Unutmayalım, bakın Koca Marks ne demiş: “Aynı anda var olan bütün toplumlar Dünyanın sahipleri değildirler. Dünyadan şimdilik yararlananlar onu iyi bir aile reisi gibi gelecek nesillere bırakmalıdırlar.”