Şubat. Başına 14 aldığında çoğumuzun başını döndürüyor galiba. Hâlbuki hâlâ şubat, hâlâ kış, hâlâ 13’ten sonra 15’den ise bir önceki gün. Hâlâ sevmek, hâlâ bir güne sığdırmadan uzuuun uzuuun ve korkusuzca söyleyebilmek bunu.

Ay ortası. Zamlar almış başını gitmiş, maaş durur mu? Bir de üstüne 14 Şubat! “Elde gül, cepte diken.” yani. Bu mu mesele? Diken derindeyse, evet. Kapitalizmin allayıp pullayıp bize sunmuş olduğu en büyük hedehödösü demeye niyetim yok, çok sıkıcı. Zaten dün olup gitti, seneye yüzüne konuşuruz artık.

14 Şubat aynı zamanda Dünya Öykü Günü. Güzel bir öykü okunurdu mesela dün ya da yazılırdı. Evet, evet. Öykü yazmak. Belki de hemen şimdi, buracıkta:

“Trafik yine düğüm düğüm. Saat tik-tak. Saat, yokuş aşağı. Eve giden yol, yokuş yukarı. Akşam oldu. İç ses. Bakkal kapanmış mıdır ki? Saat, mahalledeki bakkalın kepenklerini indireceği kadar geç olmuş. Hay allah! Şeker yine kaldı desene! Yarın alırım artık… Trafik çözülmeye mi başladı, ne? Yanılmışım. Yanımda duran kadın ayakta kitap okuyor. Yine midem bulandı. Çocukluğumdan beri anlam veremediğim en garip alışkanlığım bu sanırım: Uzun yolda değil de kısa yolda tutan bir mide bulantısı. Merak ediyorum. Kusup kusmayacağımı değil, kitabın içinde neler yazdığını. Fark ettirmek istemeden kafamı çeviriyorum. Okumaya çalışıyorum. Bazı insanlar bundan hoşlanmaz hâlbuki. Neyse ki bugün şanslı günümdey… Hayır, olamaz! Daha yalnızca bir kelime görebilmiştim ki kitap “şak!” diye kapandı birden. Üstelik ne bir ayraç, ne bir kâğıt parçası koydu kaldığı sayfaya. Gerek de yoktu ya! Sayfa 97.  

O kısacık anda görebildiğim tek kelime “öğretmen”di. Oysa daha farklı bir şey beklemiştim ben, ne bileyim “pejmürde” gibi daha az rastladığım bir kelime mesela. Oysa benim gördüğüm kelime zaten her yerde karşıma çıkıyordu. Öğretmen. Ne zaman bir yerde bu kelimeyi duysam;  çağrışımı olarak hatta çağrışım da değil direkt karşılığı olarak yalnızca bir isim geliyor aklıma: Fırat. İlkokulda 2 sene öğrencisi olduğum, derslerinde dersi öğrenmenin yaşama dair bazı şeyleri öğrenmekten bir sonraki adım olduğunu öğreten Fırat Öğretmen. O zamanlar yaptıkları biraz tuhaf gelirdi bana ve diğer arkadaşlarıma. Çarpım tablosundan önce derste Nazım Hikmet şiirleri okur, hayat bilgisi dersinde sesli bir şekilde gazete haberleri okuyup dahası bunlar üzerine bizim ne düşündüğümüzü merak eder ve hafta sonları bize bağlama ve gitar öğretmek için çabalardı. Kızmasınlardı ama ondan sonraki hiçbir öğretmenden onun öğrettiği kadar değerli şeyler öğrenemedim ben. Elbette, yaşama dair.

Kim bilir şimdi hangi çocuk, nasıl anlatacak yeni öğretmenini? Biri de çıkıp yıllar sonra şöyle der belki: 
“Ne zaman ‘öğretmen’ kelimesini duysam, intihar eden birisi geliyor aklıma. Çünkü onca emek vererek mesleğinin eğitimini almış ve yıllardır atanamadığı için ailesinin yanında işsiz olarak yaşamak zorunda kalmıştı. Çünkü bunalımdaydı. Çünkü dayanacak gücü kalmamıştı artık. Vee…”

Son durak. Bakkal kapanmış. Eve geldim, çay demledim. Şeker yok. Tarçın var masada. Yalnızca toz tarçın. Çay kaşığının ucuyla biraz aldım, karıştırdım.”

Öykü. Nasıl başlayıp nasıl bittiğini bilemedim, bilemem de.  Bilemeyeceğim bir şey daha var: İlerde bir çocuğun çıkıp da dersine hiç giremeyen bir “öğretmen”i böyle anlatıp anlatmayacağı. Ama benim anlatacaklarım daha bitmedi. 

Dahası şu; yıllardır atanamayan öğretmenlerin bu sebepten intihar etmesiyle ilgili olarak Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı bir açıklama yapmış birkaç gün önce:
 “Gösterişçi intihar eylemi diye bir sendromdan bahsediliyor.” 
 Ölüm dediğin nedir ki? İlgiyi üzerine çekmek, gösteriş yapmak yani. Basit, değil mi?

**

İster Sevgililer Günü deyin, ister Dünya Öykü Günü. 

Ben diyorum ki: Yanılıyorsun sevgilim! Dünya pek de romantik bir yer değil.