Sevgili Osman Ağabeye...

Doksanlı yılların sonlarıydı. Elinde içki ya da kolonya şişesiyle, sürekli Alsancak’ta dolaşıp naralar atan bir adam vardı. Bazen ağlayarak türküler söyler, bazen bağıra çağıra şiirler okurdu. Genelde onu Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki Yapı Kredi Yayınları Mağazası’nın bir köşesine sinmiş uyurken görürdüm.

Sokakta kendince yaşar ve hiçbir huzursuzluk yaratmazdı. Alsancak’a geldiği ilk günlerde insanlar ondan çekinir, varlığından tedirgin olurdu. Ama zamanla gözler ona alıştı, o da gelip geçenlerce yok sayılanlardan oldu. İşte kaybedildikten sonra kıymeti anlaşılan Alsancak’ın bu önemli insanıyla tanışmamı paylaşmak istiyorum sizlerle.

Bir pazartesi sabahı hafiften yağmur yağıyordu. Çalıştığım kitabevinin (şimdinin Kitapsan'ı o zamanların İletişim Kitabevi) önünde yatıyordu. İyi hatırlıyorum, o sabah kitabevinde Ezginin Günlüğü’nden bir parça çalıyor hoparlörlerle sesi dışarıya veriyorduk. Evsiz adam yattığı yerden kalkarak battaniyesini katlayıp yanı başına bıraktı. Başını ellerinin arasına koydu ve kısa bir süre sonra birdenbire naralar atmaya başlayarak ortalığı ayağa kaldırdı. Şaşırmıştım. Camın arkasından onu izliyor ve ne yapacağını kestirmeye çalışıyordum. Ayağa kalktı ve dibinde durduğum cama, bana doğru ilerledi. Göz göze geldik. Eliyle işaret ederek beni yanına çağırdı. Dışarıya çıktım.

"Efendim?" dedim. Çekinerek,

"Senden bir şey isteyebilir miyim?" Arada sırada insanların ona para verdiğini görmüştüm. O yüzden refleksle elimi cebime attım. O an elimi tuttu. Hayır, anlamında başını salladı.

"Ahmet Arif 'in şiir kasetini çalabilir misin?" dedi bana. Bu isteği ona karşı içinde olduğum atmosferin çok uzağında bir şeydi ve şaşırmıştım. Ardından bir kaç şair daha sıraladı.

"Nâzım Hikmet, Can Yücel, Orhan Veli'nin de herhangi bir şiir kaseti olur. Çalar mısın? Şiir dinlemeyi özledim ben." dedi.

"Peki, müzikçi arkadaşa bir sorayım elimizde hangisi var?" deyip içeriye girdim. Ahmet Arif'in hasretinden prangalar eskittim adlı şiir kasetini çalmaya başladık. Bu zat hayran olunacak bir şekilde tek tek her dizeyi ezbere biliyor tüm şiirlere eşlik ediyordu.

Haberin var mı taş duvar? / Demir kapı, kör pencere, / Yastığım, ranzam, zincirim, / Uğrunda ölümlere gidip geldiğim. / Zulamdaki mahzun resim. / Görüşmecim yeşil soğan göndermiş /Karanfil kokuyor cigaram / Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...

Bu şiir başladığında içeriye,

"Sesini aç, sesini aç!" diye bağırdı. Sesi açtık. Yağmur hızlanarak sağanağa dönüşmüştü. Ellerini iki yana açıp bir yandan ağlıyor bir yandan da yüksek sesle şiirlere eşlik ediyordu. Mağazada ya da içeriye girmek üzere olan okurlar ondan korkuyor, hareketlerinden rahatsız olup adamı mağaza önünden göndermemizi istiyorlardı. Esnaf da rahatsızdı. Yanına yaklaşarak,"Artık gitmen gerek." dedim. Beni duymazdan gelerek şiir okumaya devam etti. "Sana söylüyorum, artık gitmen gerek."

"Gitmemeyi tercih ederim." dedi.

‘’Ama insanlar bağırmandan ürküyorlar’’

‘’Susmamayı tercih ederim’’

İşte o an, Herman Melville'nin "Kâtip Bartleby" kitabındaki meşhur karakter Bartleby geldi aklıma.

“Ne diyorsun Bartleby?”

“Şu anda bir şey dememeyi tercih ederim.”

“Bana nerede olduğunu söylesene Bartleby.”

“Söylememeyi tercih ederim.”

“Posta idaresine gidip bana mektup var mı, bir baksana Bartleby.”

“Bakmamayı tercih ederim.”

Bir hukuk bürosunun patronuyla, çalışanı Bartleby arasındaki ilişkiyi anlatan bir kitap “Kâtip Bartleby”. Yazarı dünyaca ünlü Beyaz Balina, “Moby Dick”in yazarı.

Kitabı okumaya başladığımda hayatta hiçbir şeyi umursamayan Bartleby’ye kızmış, patronuna da onun bu umursamazlığına karşı olan sabrından dolayı olumlu bakmıştım. Kitabı okumaya devam ettikçe Bartleby şimdi ne yapacak, ne cevap verecek, neler olacak? Soruları kafamı kurcalıyordu. Kitabı bitirdikten sonra uzun bir süre boşluğa bakmıştım. Kitabın sonu beni çok etkilemişti. Ve en sonunda vicdanının sesini dinlemeyip Bartleby’e çevresindeki insanların baskısıyla kötü davranan hukuk bürosu sahibinden nefret etmiştim.

Yağmur altında bağıra bağıra şiir okumaya devam eden bu adama üzülmüştüm. O an, onu mağazanın önünden göndermenin doğru olmayacağına karar verdim. Bartleby gibi olmasını istemiyordum. Vicdanımın sesine kulak verip onu içeriye; arka taraftaki personel odasına aldım. Ahmet Arif'in sesi hala içeride yankılanıyorken o da sessizce eşlik etmeye devam ediyordu.

“Çay içer misin?” dedim. Beni rahatsız etmiş olduğunu düşünmesinin verdiği mahcubiyetle,

“Olur” dedi.

“İsmin neydi?”

“Osman” dedi.

Evi kocaman Alsancak’ın sokakları olan, herkesin görmezden geldiği, başını ışıkların görkemine çeviren, o nasılsa hep orada o mekânın bir parçası olacakmış gibi davrananlara ben vicdanım diye bağıran, farklı bir yaşamı tercih eden ve bir gece başını kaldırıma çarpıp ölen Osman’ı ben o gün tanımıştım…

Osman, Alsancak’ın en tanınan simalarındandı. Çevre insanı onu tanıdıkça sevmiş ve benimsemişti ki, halini hatrını, ihtiyacını sormaya başlamıştı. Kimsenin ona zarar vermesine müsade edilmezdi. Vaktiyle sırtını dönen esnaf bile zamanla ona kol kanat germişti. Osman, duygusal, entelektüel ve gururlu bir sokak adamıydı. Anılarımda kocaman bir yeri var.

“Kâtip Bartleby” mutlaka okunması gereken bir kitap. Romanı geçtiğimiz günlerde Helikopter Yayınları baskısından tekrar okudum. Yayın yönetmeni Levent Yılmaz arka kapak yazısında “Sakın ola okumamayı tercih ederim demeyin!” cümlesiyle, okura “Kâtip Bartleby” kitabının içinden çok hoş bir gönderme yapmış... Çoğu zaman uzaklardan taa uzaklardan duyulan boğuk, unutulmaya yüz tutmuş, olmadık bir anda, çat kapı bir ses bağırıyor, çırpınıyor ara sokaklardan, satır aralarından, “sesini aç!” diye, işte bu vicdanınızın sesi.

Elinizi vicdanınıza koyun ve orada kalsın...

İyi okumalar…