Son dönemde Netflix’in Türk yapımlarını büyük dalgalanmalarla birlikte izlediğimiz bir gerçek. Bir Başkadır beğeneni ve beğenmeyeniyle çok konuşulmuştu. Atiye de öyle. Hatta çeşitli çok farklı alanlardan çok farklı kişiler çeşit çeşit analizler yapmışlardı diziler üzerine. Herkes fikrini söylemek zorunluluğu hissediyordu adeta. Hatta Kulüp ve Pera Palas’ta Gece Yarısı da epey tartışıldı. Elbette her dizi hakkında iyi ve kötü yorumlar yapılıyor, inceleme yazıları yazılıyor ama bu tartışmalardan kastımın epey sansasyon yaratan, takip etmeseniz de kulağınıza çalınan, temelli temelsiz tartışmalar olduğunu tahmin etmişsinizdir.

Geçtiğimiz hafta Uysallar adlı Netflix dizisini izledim. Yine bir Türk yapımıydı. Ancak bu sefer insanlar bu konuda ne konuşuyor diye interneti taramam gerekti. Büyük bir tartışma yoktu. Takdir mesajları geliyordu. Farklı kişiler dizinin farklı yerlerinden onları en çok etkileyeni paylaşıyor, dizinin senarist ve yapımcılarını kutluyordu. Alışkın olduğumuz tartışma (!) ortamına denk gelmemiştim. Peki, bu sefer değişen neydi?

İzlemediyseniz dizi bir Onur Saylak ve Hakan Günday fikri olarak çekilmiş. Uysal ailesinin fertleri etrafında dönen olaylar, Öner Erkan, Songül Öden, Haluk Bilginer ve Uğur Yücel’in de içinde olduğu usta bir oyuncu kadrosu ile ekrana taşınmış. Dizinin sinematografik değerlendirmesine girmeyeceğim. Bunun yerine hikâyesini ve hikâyesinden hayatımıza yansıyanları derinleştirmek istiyorum.

Oktay ve Nil, 40-45 yaşlarında bir karıkocadır. Üniversite çağına gelmiş, psikolojik sorunları olan bir erkek bir de küçük kız çocukları vardır. Oktay mimardır, büyük bir inşaat firmasında çalışmaktadır. Nil ise üniversite sonrası sadece bir sene çalışmış, ardından da evlilik, çoluk çocuk derken iş hayatını hiç tanımamıştır. Tahmin edeceğiniz gibi bu, çağımızın lüks site apartmanlarda yaşayan, iş, evlilik, ev, araba, çocuk gibi modern hayatın olmazsa olmaz girdaplarına takılmış orta-üst sınıf ailesi maddi refaha kavuştukça kendilerinden ve birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Oktay Ankara’daki babasını almaya gittiğinde eskiden takıldıkları barda eski bir arkadaşıyla karşılaşır ve geçmişe yolculuk onu, içinde bulunduğu durumun acısını iyice yaşar hale getirir. Nitekim Oktay evden kaçmaya, her şeyi bırakıp gitmeye de niyet etmiş ancak yapamamıştır. Ama mevcut hayatını bırakıp gitme isteği bitmez.

Olaylar da tam bu esnada başlar. Oktay ikili bir hayat yaşamaya başladıkça diğer aile fertlerini tanımaya başlarız ve kendimizi onların da ikili hayatlarına tanıklık ederken buluruz. Hatta öyle ki dizi ilerledikçe tahmin ettiklerimiz çözülür ve ikili hayatlar bambaşka ikili hayatlarla çarpışır.

Hakan Günday dizinin hikâyesini yazarken pek çok noktayı bir araya getirmiş. Özel sektör ve devlet ilişkilerinin birlikteliğinden iyi eğitim almış ancak üretmek yerine kendini tüketime vermiş insanlara, kadına şiddetin kurumsal hayattaki hallerinden şehirdeki ve sığınma evlerindeki haline, mültecilerden sokakların ikiliğine, toplumun her alandaki ayrışmasından kişilerin kendi kişiliklerindeki bölünmelere kadar pek çok konu var dizide işlenen. Bir de sis var ki insanın üzerine bir kâbus gibi çöken…

Dizideki karakterlere gelince… Dizi boyunca küçük kız çocuğu dışında hemen hemen tüm karakterlerin hayatlarının ikiyüzlülüğü suratımıza çarpılıyor. Kuramadıkları bağ, bunalımlar olarak ortaya çıkıyor. Herkesin birbirinden gizlediği bir şey var. Büyük sırlar hiç konuşulmuyor. Hiç beklemediğimiz biri bu sırların konuşulması için bir hamle yapıyor ama kimse birbirini dinlemiyor. Herkes yine kendi paçasını kurtarmanın peşinde koşuyor… Ülke bölünmüş bir arada duruyor; aile bölünmüş bir arada görünüyor.

Dizinin bu kadar çok konuyu bir arada işlemesi odağını fazla çeşitlendirmesi ya da işlediği konularda yeterince derine inememesi adına eleştirilebilir. Ancak dizinin en güçlü yanlarından biri de bu kadar odakla zamanımızı yansıtması. Çok gerçek olması. Kişiyi toplumun ikiyüzlülüğüyle, eskiye özlemleriyle, kuramadığı bağlarla, istemeden peşinde koştuklarıyla, sorgulamadan kabul ettikleriyle, mutsuzluklarıyla, yaşadığı zamanla, belki de en çok kendisiyle baş başa bırakması.

Ve belki de kendisiyle baş başa kalan insan, sanatın aynasında gördüklerinin kendi aynasından yansıdığını fark ettiğinde konuşmamayı seçiyordur. Çünkü belki de inkâr edemeyeceği ya da fark edemeyeceği kadar rahatsız olmuştur.