Yıllardan bir yıl… Okullarda radyasyonlu fındıkla, şişe sütün dağıtıldığı yıllar. Görevli her gün sınıfa girip, önce fındıkları, ardından da sütleri dağıtırdı. İçmemiz için dayatılan sütü her defasında çaktırmadan arka sırada oturan arkadaşıma verirdim. Esmer yüzü, kısık gözleriyle utanarak bana bakar, hiç konuşmadan elimdeki süt tasını alırdı. Ya sütü çok seviyordu, ya da “hayır” demeyi bir türlü başaramadığı için ona uzattığım sütü hiç geri çevirmiyordu.

Bir sabah okula gittiğimde, bahçenin kapısında büyük bir otobüsün beklediğini gördüm. Çocuklar koşarak otobüse biniyorlardı. Beni her defasında süt içmekten kurtaran, arka sıradaki esmer çocukta otobüse binenlerin arasındaydı.

Nasıl olduğunu anlamadan kendimi bir anda otobüsün içinde bulmuştum. Otobüs bir süre sonra büyük bir binanın önünde durmuştu. Büyük bir salona girmiştik. Kocaman koltuklardan birine oturmuştum. Karşımızda devasa büyüklükte beyaz bir perde duruyordu. Bir süre sonra ışıklar kararmış, perdede görüntüler belirmişti.

"Niye uçmuyor İnci?"

“Uçar bir gün…” Uçurtmayı Vurmasınlar” filmiydi o film...

Gözümü perdeden ayıramıyordum. Adeta büyülenmiştim. Işıklar yandığında tanımadığım bir öğretmenin “sıraya geçin!” Sesiyle irkilmiştim.

Okula döndüğümüzde süt arkadaşımla sınıfın kapısında karşılaşmıştık. Kapıyı çalıp içeri girmiştik. Sıramıza oturmak üzereyken, öğretmenin öfkeden deliye dönmüş sesiyle olduğumuz yerde çakılıp kalmıştık.

"Siz ikiniz! Nereden geliyorsunuz?"

Başımız önde, kendimizin bile zor duyabileceğimiz bir sesle; "sinema" demiştik.

- Demek sinemaya gittiniz, güzel miydi bari film?

- (sessizlik)

- Size diyorum! Film nasıldı? Siz kimden izin aldınız sinemaya gitmek için?

- Şey...

“Madem öyle, şimdi de tahtanın önünde tek ayak üzerinde bekleyin bakalım. Bir daha izinsiz sinemaya gitmeye kalkışmazsınız.”

Bütün sınıf arkadaşlarımız film izler gibi bizi izliyorlardı.

Meğerse ilkokul birinci sınıf öğrencilerinin katılamayacağı bir etkinlikmiş, "Uçurtmayı Vurmasınlar" filmi... Sinemayla tanışmam işte böyle başlamıştı…

Günlerden bir gün, babam eve gelip, Yılmaz Güney'i izlemeye gideceğimizi söylemişti. Mahallenin meydanında bekleyen büyük bir otobüse binmiştik. Bu otobüsün diğer otobüsten tek farkı: İçindeki insanların tanıdık olmasıydı. Otobüsten inip bir binaya girmiştik. Yine kocaman bir beyaz perde ile karşılaşmıştım. Çoluk çocuk, yaşlı genç, herkes salondaydı. Tahta sandalyeler arka arkaya sıralanmıştı. Bu kez beyaz perdeye, sert mizaçlı, çok az gülen bir adam yansımıştı. Bu adamı daha sonraları sık sık göreceğimden habersizdim.

Babam bu adamın, "Çirkin Kral" olduğunu söylemişti. Kafam çok karışmıştı. Neden çirkin olsun ki? Güzel bir adamdı.

İlerleyen günlerde birçok kez binmiştik mahalle meydanında bekleyen o otobüse, üstelik bu kez nereye gideceğimi bilerek biniyordum.

Kendi başıma sinemaya gitmeye başladığım yıllardan bir yıl...

Bir gün film izleyip hava kararınca eve dönmüştüm. Eve vardığımda bayram ziyaretine gelen misafirler bizim evdeydi. Misafir amcamız bana ters ters bakıyordu. Gözlerimi kaçırdığım halde, her defasında yakalanıyordum “bacaklarını kırarım” dercesine bakan gözlerine...

“Nihayet kalktılar” diye sevinirken, adam kapıda bana dönüp; "Gözümden düştün sen bu akşam!"

Neye uğradığını şaşırmış bir halde, ısrarla ne yaptığımı öğrenmeye çalışıyordum.

“Sonra söyleyeceğim, ayrıca kulaklarını da çekeceğim. Senin gibi bir kıza hiç yakışıyor mu sinemaya gitmek, hem de kız başına…"

Yıllar önce, bilmediğim bir kentte, nereye gittiğini bilmediğim bir otobüse binip, İnci ve Barış'la tanıştığım günkü gibi değilim sanıyordum. Artık Çirkin Kral'ın bile kim olduğunu biliyordum.

Bir adam karşıma geçmiş, sinemaya gittiğim için kulaklarımı çekmekten söz ediyordu…

Uçurtmamızı vurmaya çalışanlar hayatın her anında karşımıza çıkabiliyordu. Gardiyanlar ise sadece dört duvar arasında yaşamıyordu. Özgürlüğe, sanata, kadınlara, çocuklara, uçurtmalarımıza düşman olanlar her yerdeydi…

Kimsenin ömrümüze gardiyan olmasına izin vermeyelim…

“Selamsız, saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam.”