Okul hayatının bana kattığı en güzel şey, Mıstık ve Ali oldu. İlkokula yazdırılışımı hatırlıyorum. Çok güzel bir gündü.

O sabah kapı çalındı. Koşarak açtım. Çok zarif, saçlarını arkadan toplamış, siyah ceketinin altında beyaz gömleği, dizinin hemen altına kadar inen ceketiyle aynı renkte kısa eteği, parlak şık topuklu ayakkabıları, gülümseyen yüzü, bembeyaz temiz dişleriyle bir kadın kapının önünde duruyordu. O kadar etkilenmiştim ki,

“Sen melek misin?” dedim.

Elleri arkasında bağlıydı. Gülmeye başladı. Gülerken gamzeleri çıktı ortaya, elinin biriyle ağzını kapatırken diğer eliyle de büyük bir defteri tutmaya çalışıyordu. Eliyle yanağımı okşadı. O yanağımı hâlâ yıkamıyorum.

“Annen yok mu evde?” dedi.

Ben salak salak dili tutulmuş bir şekilde bu güzel yüzlü meleğe bakarken mutfak penceresi bizim bahçeye bakan yan komşumuz Nezahat Abla olaya el koydu.

“Kızım, annesi çalışıyor onların, hayırdır?”

Şaşırmış bir şekilde Nezahat Abla’nın yanına doğru ilerlerken ben de arkasından bakakaldım. Ne konuştuklarını duyamıyordum. Bu alımlı güzel genç kız, bir şeyler soruyor, aldığı yanıtları elindeki büyük deftere yazıyordu. Bir süre sonra Nezahat Abla’nın kızı Belgin bizim bahçeye açılan kapıdan dışarıya çıktı. Belgin ile bahçedeki kapının önünde oturmuş ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorduk. Kız, yazma işlemini bitirmişti. Merdivenlerden yukarı çıkarken Nezahat Abla,

“Okula yazdırdım seni” dedi.

Bir dakika önce maymun çevikliğiyle bahçedeki erik ağacına tırmanan Belgin ile göz göze geldik. Bana dil çıkarttı. Okula gitmek istemediğimi biliyordu. Eliyle göğsüne bastırıp,

“Oh Oh Oh” demeye başladı.

“Belgin, inşallah ağaçtan düşer ve ölürsün” dedim.

Sanki tüm komşularım bana karşıydı. Okula göndermek için seferber olmuşlardı. O dönem okula gidecek öğrenciler önceden kayıt altına alınıyordu. Okullar açıldı Nezahat Abla, Belgin’i ve beni aynı sınıfa yazdırmış. İlk gün bahçede gezerken aynı mahallede olmamıza rağmen çok görüşmediğim Mıstık ve Ali ile karşılaştım. Yeni başladığım bu koskoca okul hayatımda, Belgin hariç herkes ile arkadaş olurum, mantığı ile kendimi bu iki arkadaşın yanında buldum. Her teneffüs aynı yerde buluşuyorduk. Ben okula isteksiz ve tepkisiz giderken Belgin uçarak gidiyordu. Birkaç ay sonra bana sürekli okulu öven bu mutlu kız, bir süre sonra sabahları ağlayarak kalkıp,

“Okula gitmek istemiyorum” demeye başlamıştı. Rolleri değişmiştik, ben artık okula gitmekten büyük keyif alıyordum. Çünkü arkadaşlarımla çok güzel zaman geçiriyorduk. Sürekli üç kişi gezdiğimiz için kendimize üç silahşörler diyorduk.

Bir gün okulun bahçesinde maç yaparken kavga çıktı. Biz üç silahşörler durur muyuz hemen olaya karıştık. Kendimizi bir anda Müdür’ün odasında bulduk. Sınıf öğretmenimiz, Müdür Yardımcısı, kavga ettiğimiz çocuklarla birlikte Müdür’ün karşısındaydık.

“Anlatın bakalım” dedi Müdür. Ben tam anlatmaya başlayacaktım ki,

“Sen değil” diyerek dayak yiyenlere döndü:

“Siz anlatın” dedi.

“Öğretmenim bu üç silahşörler…”

“Kimlerrrrrrrr?” dedi Müdür gürleyerek. Çocuk üçümüzü göstererek tekrar etti.

“Bu üç silahşörler…” Müdür bize döndü.

“Siz üç silahşörler misiniz?” dedi. Kafamı kaldırmadan kısık ama çok kısık bir sesle,

“Evet” dedim. Bu cümleyi yazmayıp yanımızda olsaydınız asla duyamazdınız.

“Yüksek sesle konuş evladım, duyamıyorum” Biraz daha yüksek bir sesle,

“Evet” dedim. Müdür ayağa kalktı.

“Sizden olsa olsa Üç Salakşörler olur” dedi.

Üçümüzün de yanakları elma gibi kızarmıştı, hepimiz odadan çıktık. Yalnız bir farkla, artık okulda adımız Üç Salakşörler olmuştu…

Babamın dediği gibi, üç birden büyüktür.