Bir deprem ülkesinde yapılacak, para harcanacak en önemli proje depreme insanlarıyla, binalarıyla, arama ve kurtarma süreçleriyle, iletişim, lojistik ve teknik alt yapısıyla depreme hazırlıktır. Depremin defalarca yıktığı, her defasında türlü hazırlıksızlıkları, suiistimalleri, ihmal ve yolsuzlukları ortaya saçtığı bir ülkede, depremde ölmeme hakkını savunmak, temel insan hakkıdır.

Gölcük ve Düzce Depremleri ardından devletin adeta bir “kâğıttan kaplan” olduğu ortaya çıkmıştı. Tümüyle kendi bekasına odaklanmış devlet aygıtı oluşan deprem yıkımı karşısında sersemlemiş, en basit müdahaleleri yapamayacak denli hantal, kof bir yapı olduğu ortaya çıkmıştı. Binlerce insan beton tabutlar olan çürük binaların altında kaldı. Bilimin ve lojistiğin gereği olan en yalın uygulamaların bile bu devlet nezdinde gelişmediği toplumca anlaşıldı. Sonra ekonomik kriz, sonra AKP, sonrası 18 yıllık süreç... Sıcak paraya ve borçlanmaya dayanan, inşaata endeksli ekonomik model ve bütünüyle kamusal savurganlık, yolsuzluk ve hırsızlık… Şimdi kendini hissettiren her depremin ardından aynı soruyu duyuyoruz; ‘Türkiye depreme hazır mı?’ Kocaman bir hayır! Bu sorunun siyasal sonuçlarını oluşturamadığımız için depremlerde sorduğumuz soru hep aynı: ‘Sesimi duyan var mı?’

Siyaseti kesin bir dille, kesin bir yaklaşımla bölmek gerekiyor. Depremin partileri ile yaşamın partileri olarak. Artık simgesel bir değeri dahi bırakılmamış olan Meclis’te depreme dair verilen araştırma önergelerini bile reddeden, ‘deprem vergileri nerede’ diye sorana soruşturma açan, ‘bunları izaha vakit yok’ diyen bir siyaseti deprem olmadan enkaz haline getirmek gerek. Yoksa onların enkazından bu ülke kalacak. Siyaseti kanal – deprem biçiminde bölmek gerek. Kanalın siyaseti ile depreme hazırlık yapalım diyenlerin siyasetini net biçimde ayırma vakti. Depremi sadece anlık yakıcı gündeme sıkıştırmayan, sürekli biçimde anlatan bir siyaset diline artık mecburuz. Tercihimiz değil, mecburiyetimiz bu. Bu, yaşama ve ölme arasındaki karar verme biçimi.

Bu siyaset hattının suni ayrımlara düşme riski yok. Dindar – laik, Alevi – Sünni, Türk – Kürt, kadın – erkek… Kimse kendisi ya da yakını göçük altında kalsın istemiyor. Kimse çocuklarını böyle kaybetmek, evsiz, çaresiz kalmak istemiyor. O halde ulusal deprem eylem planı önermek, tüm kamu harcamalarını, yatırımlarını bu program uyarınca planlandığı bir yaklaşımı işaret etmek birincil görev. Yoksulluğu anlatırken depremi anlatmak, adaletsizliği depremle anlatmak, denetimsizliği, medyanın olmayışını depreme bağlamak mümkün. Çünkü deprem değil, çürük binaların adaleti, onları denetlemeyen medya ve yargı, onlara izin veren bürokrasi, bu süreçleri yöneten siyaset suçlu. Öldüren çürük bina değil, o kocaman bir sistemin sonucu, nedeni ise sistem. Öldüren depremden çok sistemdir. Deprem doğalsa, depreme hazırlık da doğaldır, görevdir ve birincil önceliktir. Siyasetin konusu değil bizzat siyasetin kendini bu olmalıdır.

Bakalım önümüzdeki günlerde deprem unutulacak mı? Yine oraya buraya asker gönderme, oraya bura cami yatırma, saraylar kurma siyaseti gündemi belirleyecek mi? Yine kanallar, mega projeler, dev beton kibir kuleleri mi dikilecek yoksa sadece İstanbul’da sayısı 50 binin üstünde olduğu söylenen binaları yenilecek mi? Deprem toplanma alanları, kurtarma lojistiği güçlendirilecek mi?

Ölüm mü kazanacak, dirim mi?