Evinde bahçeler yaratan biri değilim. Ancak doğada olmayı, bitki örtüsü ile sarmalanmayı, kuş seslerinin melodisini dinlemeyi seviyorum. Haliyle evde olduğumda da bazı sessizlik anlarını dışarıdan gelen kuş sesleriyle bütünlemeyi, evin çeşitli köşelerindeki bitkilerin büyümesini izlemeyi seviyorum. Artık evdekilerin dilinden anlamaya başladığımı hissediyorum.

Bu sevgim sardunyalarla başladı. Malum her Ege evinin penceresini, saksısını süsleyen bir sardunya olur. Benim de bakabildiğim yegâne çiçekti sardunyalar. Sardunyaların güzelliğinin yanında onların dirayetini de seviyordum tabii ki. Aylarca ilgilenmesen yitip gitmiyor, biraz suyu gördüğünde yeşilleniyor, kararında verilen suyla çiçeklerini açıyordu. Yaşamı terk etmiyor, yeri geldiğinde bizim özenimizi bekliyordu. Güçlükler ve yokluklar karşısında yılmayan, yıkılmayan, bakılmamaya rağmen yaşayanlardı onlar.

Cam güzeli ile tanıdığım çiçekleri çoğaltmayı düşünmüştüm. Eve geldiğinde de güzeldi cam güzeli; yerini sevdikten sonra açtıkça açmış, coştukça coşmuştu. Sonra bir şey oldu; küçük küçük böcekler sardı etrafını, ben kurtarıyordum, başka yerde yeniden ortaya çıkıyorlardı. Kurtaramadım, kurudu gitti güzel. O gün bu şekilde yorumlamamıştım ama doğanın döngüsü, zamanı, savaşıydı bu. Bugün bir virüs istilasıyla karşı karşıya kalmamız gibi…

Ardından çeşitli bitkilerle ilişkiler kurmaya çalıştım. Gerek edebiyat atölyemde gerekse evimde. İlişki geliştiremediklerim kadar gözümün önüne alıp yavaş yavaş anlaştıklarım da oldu. Ufacık bir daldan her sene bir kök verenler, soğuğa ve rüzgâra dayanamadığı için evin sıcak ilgisini bekleyenler, bazen unutulduğunda çiçek açıp bana ihtiyaçlarını açık edenler ve tabii dirayetli sardunyalar…

Geçen hafta zamanı yavaşlatmaktan bahsetmiştim. Sistemle birlikte hayatımıza diktiğimiz kurallardan ve zaman algısından… O yazıyı yazdıktan sonraki günlerde evdeki bitkilerime biraz bakım yaptım. Topraklarına dokunmak, onların ihtiyaçlarını fark etmek, onlara daha iyi bir alan sunmak ve onlarla bir iletişim geliştirmek tam bir zamanı yavaşlatma haliydi benim için. Belirlenen iş saatlerinin dışında, yapılacak işlerden bağımsız, sadece orada ve o anda onları incitmeden bakım vererek kendimi de beslediğim karşılıklı birkaç saat…

Ve tabii toprağı izlemek, ona dokunurken köklerle karşılıklı ilişkisini görmek müthiş bir öğretici oluyor insana.

Ait olmaktan bahsederiz, köklenmekten. Kök salıp çiçek açmak benim de sık sık kullandığım bir laftır. Ben kendi imgelemimde çok geniş bir bakışa, türlü çağrışımlara kavuşurum kök salıp çiçek açmak dediğimde. Bağlanma ve bağlanamama hayatlarımızı şekillendirir neredeyse. Bağlılık ve bağımlılık arasında büyük farklar vardır. Sımsıkı tutunurken gevşek kalabilmektir bazen mesele. Dar gelir bazen kabımız, sıkışıp kalırız. Bazen boğuluruz fazlalıklardan, bazen kuruyup gittiğimizi hissederiz. Bazen de öylesine dururken, ortada görünen hiçbir şey yokken biriktirdiklerimizi döküveririz ortaya.

Edebiyatın konusu insandır, çatışmalarından biri ise insan ve doğa. Kendini doğadan ayıran insan doğa içindeki yerini şimdi artık daha da fazla sorguluyor. Ve yaşamı anlama ve anlamlandırmanın yolu biraz da yaşamın içinden geçiyor. Toprak yaşam demek… Onunla biraz ilgilendiğinizde psikolojinin tartıştığı sorulara varıyorsunuz, onu biraz gözlemlediğinizde soyut kavramları somutlaştırıyorsunuz.

Ne zaman yakınlaşsam toprağa yeniden anlamlandırıyorum yaşamı. Geçmiş deneyimler ve geleceğe dönük hayaller doğada ilham buluyor.

Klişelere de açık bu söylediklerim. Oysa doğayı romantik bulanlardan değilim ben. O romantizmi aştığımızda ardından çıkan yaşam farklı değil kendi hayatımızdan.

İşte tam bu noktada “idrak” kelimesi yankılanıyor içimde. Bilmek başka, idrak başka… İdrak zaman içinde ve deneyimle geliyor. Ve toprak biraz da idrak aslında…