Perde açıldı yavaşça, seyirci koltuklarını dolduran onlarca insan ilk sözü bekledi heyecanla.

            “En güzel şiirleri siz yazarsınız elbette. Şair sanrısıyla büyüttünüz çünkü kendinizi manzaralı evlerde. Oyunculuk kitaplarının kurdusunuz, öyle ki kimse sizden icazet almadan çıkamaz sahneye. Değerli kağıt parçaları verdi bu hakkı size. Hani kül kadar değeri olmayan arka mahallede. Üretim araçlarının bir yerinde durmak gelmez aklınıza, üretimin zehri olmaktır payınıza düşen çünkü. En güzel eleştiri sizdedir pek tabii, aynaya bakana kadar. Bakışınızın ardı sıra geceye döner gün ve tamamlayıp salıverdiğiniz cümlelerin ardından, sırıtışınızın, tütsülü viski kokusu sarar her yeri. İyi güzel tabii de ya bir gün fark ederse hayranlarınız kurduğunuz cümleler ile yaptıklarınız arasındaki farkı. Sahi o zaman ne yaparsınız siz?”

            Işıkçı ne olduğunu anlamadı, seyircilerin beklediği cümle bu değildi kuşkusuz. Daha önce pek çok oyun izlemişlerdi koltuk hırsı üzerine ve tarih öyle çok metin üretmişti ki muazzam ve işe yaramaz, hepsi çıkmıştı seyirci karşısına belki de. Kırılma noktası bekledi seyirci. Bir hançer belki de üst üste saplanmış belki de yalanlarla kavramının üstünü kaplayan bir bulut ve sonra içten içe tüm yapıyı kemiren bir sarmal kemirgen. Öyle ya gerçek hayatta oyunlardaki gibi olamazdı. Kendisini iktidarın bir parçası olarak gören şahıs ancak sahneye taşırdı inanmadığı düşleri. Ama yağma yok diyecek bir seyirciyi muhakkak çıkaracak karşısına hayat.

            Kulaklar kapatıldı itinayla. Dinleyicisini kaybetmesi için ağzını bantlamaktan çok daha ötesini yapmak gerekirdi ve mahirlerdi en olmadık entrikalara. Kötülerin en büyük yanılgısı yaptıklarının yanına kar kalacağını sanması değil miydi?

            Bir gün tüm bulutlar çekildiğinde, öylece o sakin göle bakan anlayacaktı neler olup bittiğini kasabada. İmgelerin gücüne sığınmak ve her bir kelimenin çarptığı tokat olmaktan başka ne yapılabilirdi. Anlayan olur mu diye düşünmeden anlatmak.

            İşte sahneye çıktığı o ilk anda onu düşündü oyuncu. Anlayan olacak mıydı bu büyük fırtınayı. Değişime direnenler, fikirle mücadele edemeyecek kadar güçsüzdü ve sıkıca bağlamışlardı kendilerini geçmişin hayaletlerine. Mücadele edecekleri tek yöntem vardı, sözü unutturup, söyleyeni vurmak. Vuruldukça söyleyen, söz bulanıklaşacak, fikrin gerçeğe ne kadar yakın olduğu unutturulup, gerçekleşmeyecek bir hayal olarak bırakılacaktı. Böylece tarih akışına değişimden yoksun devam edecekti. Peki tüm bu olan biteni not tutan, gerçeğin gizeminin farkına varan var mıydı?

            Oyun bitti, seyirci ayağa kalkarak alkışladı tüm oyuncuları. Geriye aynada makyajlı yüzünü silen yorgun bir oyuncu kaldı, bir de kafasında dönüp duran sorular, yaşadığı haksızlıklar.

            Arnavut kaldırımlarında yürürken kentin kucağına fısıldayan kuşların öykülerine takıldı. Bir masalın kahramanı mıydı yoksa gerçekle bağı var mıydı? Attığı her adımda sorduğu soru buydu. Yaşadığımız dünya bizi dinler mi?

            Karşı kıyıda ışıklar yanıyor, bomboş bir suyun üzerinden seyrettiğimiz kıyıda büyük bir kalabalık var. Ne yapıyorlar şimdi? Ne yapıyorlar o ışıkların yandığı odalarda? Dönmek bir gün mümkün mü gerçekten düşlerimizi gerçekleştireceğimize inandığımız dünyaya. Diye geçirdi içinden Kordon’daki denize uzanmış bankta ayranını yudumlarken. Evet ayranını yudumlarken.