Söz ne kadar yer kaplıyor yaşamımız içinde? Ne kadarı kalıyor? Eskiden, çok eskiden arabesk şarkılara bile konu olurmuş “Dil Yarası” dilin dokuduğu sözcükler yara açabilirmiş demek ki. Söz inandırıcılığını henüz yitirmemişmiş o zamanlar. Yunus Emre “Cümleler doğrudur sen doğru isen / doğruluk bulunmaz sen eğri isen” demiş. Şimdi sözler mi eğridi, doğrular mı eskidi bilmiyorum. Bir ara “Ağzı olan konuşuyor” diye bir reklâm vardı, sanırım işte o zaman fark ettik sözlerdeki çürümeyi… Galiba o yüzden ağzı kötü kokuyor herkesin. Sözü gümüş yapmış atalar, sükûtu altın. Şimdi evrimleştik, ne sesin değeri var ne sessizliğin. Derin bir nefes alıp başımı gökyüzüne kaldırıyorum, gözlerimi kapatıyorum sımsıkı. Dünyadaki bütün sesleri, sözleri duyuyorum, hepsini topluyorum ama tek cümle çıkmıyor.

İnsana insan olma özeliği kazandıran “İnanç” söz-cüklerdeki değerini yitiriyor. Zamanı değil anı kurtarmak için yaşamaya başlayalı beri insana olan inanç, dine olan inanç, insanın kendine olan inancı, sözlere olan inancı hepsi çürümeye başladı. Söylenen hiçbir söz yarına kalmıyor artık, anı kurtarıyor belki. Kötü kokuyor dışarısı. Dünyanın, yaşamın kocaman çürük birkaç dişi var artık. Ve biz o çürük dişlerle durmadan ısırılıyoruz. Yeryüzündeki inanca sahip tek yaratık olan insanın da nesli tükeniyor; koruma altına alınmalıyız. Çünkü artık “inanç” korkularımızın ve yok olmama arzularımızın ortaya çıkardığı bir olgu. Değişmez gerçeğimiz değişiyor. Sözcükler değişmez gerçeğimizi değiştiriyor.

Siz bir de o sözleri şekillere çevirip bir kâğıt üzerine düşürmeyegörün, bakın ne kadar korkutucu oluyorlar. Ölümsüzleşiyorlar, sözleri yazının sessizliği ile söylemek, içimizdeki o derin kuyuya atılan taş gibi yüzyıllarca yankılanıyor. “Kral çıplak” diyemiyor kimse, demeye kalktığı an. Kocaman bir ağız, bütün çürük dişlerine rağmen ağzını açıyor ve konuşmaya başlıyor. Söz-cük kusuyor ağzı; durmadan kusuyor. Bütün bu sözcüklere rağmen çöp konteynırlarının içinden “insanlar” çıkıyor. O ağız kadar kötü kokmuyor tenleri. Onlar sükûtu keşfetmiş artık ve ağızlarını açmıyorlar. Kucağında minik çocuklarıyla hastane bahçesinde sabahlıyor analar babalar. Önce kıskanmayı öğreniyor çocuk, televizyondaki çikolatayı yiyen arkadaşını, lüks evlerde oturup güzel giysiler giyen yaşıtını, sadece bir geceliğine meşhurluğu piyanonun tuşlarında yakalayan minik oğlanı. Kıskanarak büyüyorlar. Sonra? Sonrası kocaman bir soru işareti. Sonrası delice bir sahip olma arzusu, yalnızca “ol”mayı bilmiyorlar. Öğretilmiyor çünkü. Artık yaşayarak değil görerek ve duyarak öğreniyorlar. Gördükleri ve duydukları her şeyin bir an sonra yok olacağını bilmeden hemde.  

Söz söylemek iş değil artık… Nefes alacak yer kalmadı gökyüzünde. Kendimizi mutlu ediyoruz söz-cüklerle gökyüzünü değil, dünyayı hiç değil. “Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de geçti. Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek” diyor Mevlana. Yirmi dokuz harfi tek cümle içinde kullanarak söylemek lazım hemde.  Ve sonra susmak… Sadece bir dakikalığına bütün sesler, sözler sussa. O derin sessizlik, kuytu karanlık sarsa her yeri. Yeni bir güneş doğsa… Söz-cüklerin cük leri kaybolsa o derin sessizlikte ve kuytu karanlıkta. Çok sevdiğimiz ya da hiç sevmediğimiz insanların ağzından çıkan sözlere, seslere inansak artık…..

Beni tanıyanlar yine karamsarlıkla suçlayacak. Gördüğümü, içimden geçeni söylüyorum oysa…. Sözlere ve seslere inancınızı yitirmemeniz umuduyla deyip gülümsüyorum hepinize…