Birdenbire 104 amiralin bildirisi gündeme oturdu. ‘Neden sabaha karşı açıklandı, bunlar ihtilalci mi, iktidara karşı gözüküyor ama acaba yandaş bir açıklama mı?’ türünden birçok yaklaşım medyada tartışıldı. Her konuşan kendi konumuna göre olaya açıklık getirdi. Hani derler ya bir grup insanın gözünü bağlamışlar, bir filin değişik yerlerini tutturmuşlar. Kulağını tutan başka, bacağını tutan başka, kuyruğunu tutan başka hayvan ismi söylediği gibi bir durum bu.

Tabii ki kimin, neyi, ne zaman, ne için söylediği önemli. Ancak bir de bildiriye bakarsan ‘Montrö Türkiye Cumhuriyeti için bir kazanımdır, Kanal İstanbul da yapılmasın’ diyor.

Kahvede herkes yorum yapıyor, bazı emekliler de bir araya gelip görüş açıklamış. Bir kısmının ayakta durması bile zor, zira rahatsızlığı var, ama görüşünü beyan edecek kadar kendinde. Görüşü saygı duyup, dikkatle değerlendirmek gerek. Katılan olur, katılmayan olur.

Kanımca iktidar da tepkileri değerlendirip, “Montrö Sözleşmesinden çıkmayla ilgili halihazırda ne bir çalışmamız ne de böyle bir niyetimiz vardır.” dedi, ama ekledi “Ama gelecekte bu ihtiyaç ortaya çıkarsa, ülkemizi daha iyisine kavuşturmak üzere her sözleşmeyi gözden geçirmekten de çekinmeyiz” dedi.

Montrö Anlaşması, aslında Montrö Boğazlar Sözleşmesi, boğazların askeri savunması ve idaresini tamamen Türkiye’ye bırakan bir sözleşmedir. 1923 Lozan Anlaşması ile birlikte imzalanan Boğazlar Sözleşmesi’ndeki Uluslararası Boğazlar Komisyonu kaldırılmış,  bölgenin askersizleştirilmesi de kaldırılmıştır. Peki, ne getirildi?  Boğazlar üzerindeki askeri müdahale hakkı Türkiye’ye geçti.

Geçmişe dönük, Atatürk dönemine dönük anlaşmaların, sözleşmelerin değiştirilmesi hakkını kim kendinde görebiliyor? Türkiye Cumhuriyetinin “yurtta barış, dünyada barış” ilkesini terk ederseniz, bazı ülkelerin Türkiye’yi uzun dönemde parçalama planlarına uyarsanız sözleşmeleri değiştirir, gün gelince teslim bayrağı çekersiniz.

Bir başka açıdan bakarsak, “Varna Savaşı’ndan önce 12 Haziran 1444 tarihinde imzalanan Edirne-Segedin anlaşmasını tanımıyoruz. Macaristan topraklarına gireceğiz” diyebilir miyiz? Bunu diyene ne denirse, kanla yazılan tarihi anlaşmaları değiştirmeyi düşünlere de o söylenir.

Kuveyt topraklarına girersen ses çıkarmayız diyen ABD büyükelçisinin yarattığı Saddam’ın Kuveyt’i işgali hiç hatırlardan çıkmasın. Sırtını sıvazlayana değil, ülkende özgür yaşamana olanak sağlayan atalarına ve şehitlerine güven.

Silahlı özel güvenlik gücünün yetiştirilmesi, tarikat görünümü adı altında devlet memuru olan amiralin cübbe giymesi filan tamamen provokatif yani kışkırtıcı hareketlerdir. Hedef seçime giderken ortalığı karıştırmak ve devlet terörü estirmektir. Yani daha önce bazı yörelerde asker, polis, jandarma baskısı ile oy sandıklarının düzenlendiği gibi, kentlerde, köylerde baskı ortamı yaratarak seçimi etkilemektir.

Kaybettikleri seçim sonrasında içeride terörün tırmanması ile “aman ne isterlerse oyumuzu verelim, oyumuzu atalım da bu baskıdan kurtulalım” diyen köylümüzü anımsayalım.

Demokrasi uzun soluklu, sabırlı ve kararlı bir mücadeledir.

Sonuçta yeni bir Mustafa Kemal Atatürk çıkmayabilir, ama Mustafa Kemal Atatürk’ü özümseyenlerin ülkedeki sayısı artınca bu sorundan kurtuluruz.