Sinemamızın cumhuriyetle ilişkisi genelde biraz çekingen, mesafeli olageldi. Bunun hem Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına eğilen filmler üretmekten hem de 98 yıllık yakın siyasi tarihe daha nesnel, eleştirel bir gözle bakmaktan kaçınmak biçiminde kendini gösterdiği söylenebilir. Elbette bir yanda cumhuriyetin temel değerlerini yurda benimsetmek için çalışan ve Atatürk’ün ölümünden sonra kurucu fikirleri kalıplaştırmaktan çekinmeyen bir kadro zihniyeti söz konusuyken diğer yanda yeni yönetimsel yapıya uyum sağlayamayan ve aslında sağlamak da istemeyen geniş ve sessiz bir kesim vardı. Cumhuriyet idealinin toplumsal tabanda nasıl algılanacağı ve yaşanacağına ilişkin karşıt iki anlayış daha temelde çatışmaya başlamış olmalı. Bu çekişmenin tarihsel gelgitlerinde ideolojik bir yapılanma olarak cumhuriyetin kazanımları ve değerleri; ya altı boş, kuru, didaktik bir öğretinin yönetim anlayışında değersizleşti ya da fırsat bulunca sazı eline alan kesimlerin önce derinden sonra pervasız hücumlarıyla işlemez hâle getirildi.

Bütün bu keşmekeş ortamında, kuruluş yıllarının heyecanlı, umutlu hâllerini, o saf coşkuyu arar olduk. Köprünün altından çok su aktı, nice bentler yıkıldı, sağlam yapı kalmadı. Yine de Atatürk’ün inanılması güç koşullarda, tarifsiz dehasıyla başardığı bütün o muazzam işlerin temelinde yatan ruhu yitirmemek için mücadele etmek gerek. 98’inci yılında toplumsal barış ve huzur için Cumhuriyet değerlerini ivedilikle anımsamak ve bu kez doğru biçimde anlamak zorundayız. Başka türlüsü gerçekten mümkün değil.

KURMACA YAPIT EKSİKLİĞİ

Peki, neredeyse yüz yıllık bu serüvende ideolojik meseleleri daha kolay anlamamız için bize yardımcı olan yapıtlar neden geniş bir etki uyandırmadı? Nicelik olarak mı yetersizdiler yoksa nitelikte mi sorun vardı? Konu sinema olunca yapımcı ve yönetmenlerin ilk yıllarda genellikle Kurtuluş Savaşı’yla ilgilendiklerini, yeni kurulan devletin yapısıyla ilgili hikâyeler anlatmaktan kaçındıklarını görürüz. Edebiyatta Anadolu’ya açılan ve Batılı toplumsal düzenin örneklerini uyarlamayı deneyen yazarlar oldu şüphesiz. Ama bu yapıtlar genelde tepeden inmeci bir yaklaşımın ürünü olarak eleştirildi. Cumhuriyet değerlerinin halka dayatıldığı yönündeki kalıp yargı pek kolay kırılamadı.

Kuşkusuz kısa süreye sıkışan devrimlerin halk tarafından hemen benimsenmesi hiç de kolay değildi. Belki de bu yüzden sinemamızın tarihî film örnekleri ilk yıllarda Milli Mücadele kahraman(lık)larına eğilen, üzerinden uzun zaman geçmemiş bir dönemin hislerini yeniden yaşatmak isteyen yapımlardı. Ateşten Gömlek (1923), Bir Millet Uyanıyor (1932) gibi bu tarz filmlerin 60’lı yıllardan itibaren giderek azaldığını da görürüz. İkinci Dünya Savaşı ve ardından tüm dünyayı etkisi altına alan ideolojik karışıklıklar farklı bir sinemacılar kuşağının ülkemizde de yetişmesini sağladı. Yükselen sol değerlerin getirdiği eğilimler, 1970’lerin sonuna dek Ertem Göreç, Metin Erksan, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz gibi toplumcu gerçekçi filmler de çeken sinemacılara olanak tanıdı. Bu isimler arasında belki de en önemlisi ve radikali kuşkusuz Yılmaz Güney olmuştu. Mevcut yönetimsel yapıdaki aksaklıkları ele alan, sistemin ideolojik eleştirisine yer vererek cumhuriyetin yıllar içinde aldığı biçimlerle yüzleşme cesareti gösteren bu yönetmenler, arada kalmış bir toplum olarak çektiğimiz çilelerin izdüşümlerini perdeye yansıtmaya uğraştılar.

YENİ DENEMELER

Yine de bütün bunlar arasında 90’lı yıllara kadar, Atatürk’ün her şeyi kökten değiştirecek devrimleri peşi sıra dizdiği o büyülü dönemi anlatan filmler çekmek mümkün olmadı. TRT’nin yaptırdığı didaktik belgeselleri saymazsak Can Dündar’ın Sarı Zeybek (1993) adlı yapıtı, Atatürk’ün son günlerine yoğunlaşırken Cumhuriyet’in heyecanlı ilk yıllarına bakmayı ihmal etmeyen denemelerden biriydi. Asıl başarılı çalışmalarsa Ziya Öztan’ın yönettiği Kurtuluş (1994) ve hemen ardından 1998’de çekilen Cumhuriyet ile geldi denebilir. Turgut Özakman’ın araştırmalarına dayanan bu yapımlardan Kurtuluş, sinemamızın ilk yıllarındaki milli mücadele heyecanını yeniden yaşatırken; Cumhuriyet, ele aldığı dönemi güçlü bir prodüksiyonla resmetti ama tarih derslerinden çok farklı olmayan senaryosuyla seyirciyi o günlere götürüp inandırıcı olmayı pek başaramadı. Bunda bol konuşmalı didaktik tavrının etkisi olduğu kadar Rutkay Aziz’in Atatürk rolünde pek beğenilmemesi de önemli bir etkendi.

ÇÖZÜM: GÜÇLÜ ÖYKÜLER

Belki de bu konudaki en önemli sorun, dönem fonuyla birleşen iyi ve güçlü kurmaca öykülerin olmaması. Son yıllarda Kurtuluş Savaşı’nda geçen kurmaca hikâyelere yer veren (Vatanım Sensin gibi) dizi ve filmlerin sayısında artış var. Fakat Cumhuriyet’in ilk yılları ve sonrası söz konusu olduğunda – Menderes dönemi, Kıbrıs Barış Harekâtı, 12 Eylül süreci gibi farklı dönemleri kimi koşulları gözeterek ele alan diziler olsa da- sinemamız bu konuda çekimserliğini sürdürüyor. Zülfü Livaneli’nin çektiği Veda’nın (2010) son bölümleri ya da Can Dündar’ın hazırladığı Mustafa’nın (2008) ikinci yarısı Atatürk’ün cumhurbaşkanlığı günlerine yer veriyor ama bu kısımlar Cumhuriyet ateşini yaktıran enerjiye yaklaşmakta zorlanıyor. Ortalama iki saatlik filme Atatürk’ün yaşamının büyük bölümünü sığdırmaya çalışınca öykü akışındaki aksamalar göze batıyor. Sonuçta tarih bilgimiz çok iyi olsa bile tüm olayları art arda dizip takip etmek çok da kolay olmuyor. Bu filmler teknik düzeyde başarılı çalışmalar olmakla birlikte bu coğrafya insanının o günlere dair özlemini giderecek yapıya pek sahip değiller.

Ne olursa olsun, 98. yılına tanık olduğumuz Cumhuriyet’in sinemada yeniden hayat bulması gerek. Prodüksiyon maliyetleri açısından neredeyse imkânsız gibi görülse de tam da bu dönemde toplumsal birlikteliğin inşası için, eğrisiyle doğrusuyla Cumhuriyet ruhuna eğilen projelerin gerçekleşmesi büyük önem taşıyor. Ve elbette bu halk gerçekten iyi bir Atatürk filmi izlemeyi hak ediyor. Çünkü bu ülkeyi küllerinden yeniden yaratabilecek gücü hâlâ içinde taşıyor.




SİNEMA GEZGİNİ 2 YAŞINDA

Bir ay önce dalya* deyip 100. sayısına ulaşan Sinema Gezgini, bu hafta ikinci yılını tamamlıyor. Üstelik hem Cumhuriyet Bayramıyla hem de doğum günümle kesişerek... Sinema yazmaya bunca emek veren çiçeği burnunda bir yazar için büyük mutluluk!

Yazmanın, hele de belli bir konuda sürekli kalem oynatmanın epey güç bir iş olduğunu bilen bilir. Her hafta tam sayfa sinema üzerine dolu dolu içerik üretmek yorucu bir hazırlık süreci gerektiriyor. Amaç, sadece sinemaseverler için değil kültürel üretimin her alanına ilgi duyan okuyucularımız için nitelikli bir sayfa hazırlamak. Bu yüzden, dijital dünyanın hızı nedeniyle son derece değişken bir sinema gündemi yaşanırken bir sinema yazarı olarak okuyucuya belli ölçüde rehberlik edebilmek, filmlerin zengin dünyasında bir gezgin edasıyla onları dolaştırabilmek bu sayfanın var oluş nedenine dönüşüyor.

Tabii bir yandan sinemaya duyulan o tarifsiz aşktan bahsetmek gerek. Hatta belki sadece ondan… Çünkü ‘aşk’ olduğunda genelde geri kalan her şey önemsiz detaylar hâline geliyor. Aşırı tutkulu ve yıkıcı bir aşk değil bu. Sinemayı bir tür şefkatle, içeriden gelen bir sıcaklıkla seven, ondan vazgeçmek istemeyen bir yakınlık hissi… Sinema Gezgini bu yönüyle gerçekten de böyle bir yolculuk duygusunu okurla paylaşmak isteyen, oldukça kişisel bir sayfa. Filmlerin dünyasında çıktığımız bitimsiz, renkli, özgür serüvenlere bakmak isteyen bir kapı. Ve o kendine has anlatı ormanında sinema sanatına dair akla ve gönüle ne gelirse paylaşmanın getirdiği mutluluk… Dilerim okuyucularımız da bu konuda bana katılıyorlardır.

Sinema aşkının kişisel serüveni genellikle çocukluk devrinde başlıyor. İlk izlediğimiz filmlerin büyüsünü kolay kolay unutmuyoruz. Sonrası kendinden taşan bir coşkunluk hâli… Kendimizi kaptırıp gittiğimiz sinema deneyimleri; filmler üzerine etrafl ı araştırmalar ve uzun uzun düşünmelerle genişliyor. Sinema üzerine yazılan ne varsa okuma arzusu… Bu dizginlenemez merakla, yedinci sanatın gizli noktalarına nüfuz etmeye çalışan genç sinefil portreleri… Ve elbette kaçınılmaz olarak kendine ait bir film (belki de filmler) çekme hayali…

Bu yol hemen hemen hiç değişmeden beni (de) çocukluktan kırkların başına kadar getirdi. Sinemasız yapamayan, ondan uzak kaldıkça mutsuzlaşan bir sinema âşığı... Elbette sinema okullarına, türlü yollarla kısa filmler çekmeye, senaryolar yazmaya giden bir süreci de peşi sıra sürükleyerek... Bundan sonra neler olur, kendi adıma gerçekten merak ediyorum ama Sinema Gezgini’nin yeni sürprizlerle, ara vermeden yola devam edeceğini belirteyim. Sinema tarihinden bilgiler, anekdotlar, listeler, eleştiriler, ilk sinema anılarını paylaşan sanatçılar, sinemanın kentle, politikayla, toplumla kurduğu ilişkileri irdeleyen yazılar her zamanki gibi karşınızda olacak. Yeni köşeler, sinemacılarla yapılmış söyleşiler, küçük yarışmalar da sayfaya zaman zaman renk katacak. Basılı yayının gözden düştüğü böyle bir dönemde sizlerden gelen eleştiri ve öneriler de çok önemli. Eksikliğini hissettiğiniz konu ve başlıkları, gördüğünüz hataları, sinemaya dair düş(ünce)lerinizi e-posta yoluyla bana ulaştırabilirsiniz.

Bu arada sayfanın karşınıza gelmesinde büyük emekleri olan dostları anmadan geçmeyelim. Başta sayfanın tüm gereksinimleri için daima hazır olan, gazetemizin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Yağız Barut’a, sayfa tasarımını her hafta müthiş bir yoğunluk içinde muntazam olarak gerçekleştiren Selda Meşe ve Ömer Dinç’e ve iki yıl önce aramızda geçen o heyecanlı konuşmayla Sinema Gezgini’nin gazetede yerini bulmasını sağlayan Genel Yayın Yönetmenimiz Ümit Kartal’a bir kez de buradan teşekkür etmek isterim.

Nice iki yıllara, sinema coşkusuyla dopdolu geçen haftalara…

(*) Dalya: Bir şey sayılırken birim olarak alınan sayıya gelince söylenen uyarma sözü. Örneğin dalya ‘yüz’ ise her yüz sayışta “dalya!” denir.