İnsan zihni unutmayla damgalanmış, belki lanetlenmiş bir tapınak. Şu kısacık yaşam serüveninde başımıza gelen her şey bir gün silinip gidecek. Daha kötüsü çoğu zaman bu lanete yaşlandığımız zaman çarpıyoruz. Eskilerin bunama dediği, terminolojide demans olarak geçen bir belalı devre. Antik Yunan filozoflarından bugüne yaşamın bir parçası olarak kabul görüyor. Biraz da kaçınılmaz bir şekilde canlı olan her şeyin ölümü gibi, beyin de gün geliyor bellekle ilişiğimizi yaşam noktalanmadan kesiveriyor. Aile büyüklerinde böyle bir sorun yaşamayan pek kimse yoktur herhalde. Baba, bu zorlu süreci ele alan, oldukça gerçekçi bir film. Geçen yıl hayatı bloke eden salgın süreci yüzünden gösterimi gecikmişti ve Akademi ödüllerinde kendini gösterip herkesin merakla beklediği bir filme dönüştü. Dijital çağın imkânları gereği sanal ağda filmi bulup izleyen çok olmuştur ama bana kalırsa bu etkileyici dramı büyük perdede izlemek gerekiyor.

(SİNEMA GEZGİNİ'ni her cuma yayınlanan İz Gazete sayfasından okumak için TIKLAYINIZ)

BELLEK VE AİLE ÜZERİNE

Filmde, yaşlı ve huysuz Anthony ile tanışıyoruz. Yaşamını tek başına idame eden, yalnızlığıyla mutlu bir adam. Huysuzluğu da biraz bundan. Kızı Anne, babasının hastalık sürecinde bakımıyla ilgileniyor. Bunun için de bakıcılar tutuyor. Anthony kızının ısrarına tepki olsun diye bakıcılara kök söktürdüğü için her seferinde başa dönüyorlar. Bu aşamada Anne babasını kendi evine getiriyor. Fakat bir noktadan sonra Anthony’nin hafızası giderek bulanacak ve zihni ona oyunlar oynamaya başlayacak. Gerçeklik algısı bozulunca hafızasında kümelenen isimler, kişiler, olaylar birbirine karışıyor. Daha da kötüsü zihni birtakım hayali durumları gerçek gibi algılamaya başlıyor. Zaman algısı kopmaya başladığı için Anthony çevresindeki her şeyi sürekli bir değişim hâlinde görüyor. Bütün bunlar filmin omurgasına oturan en önemli derdi başarıyla resmediyorlar: Florian Zeller, bir insanın belleğini giderek yitirdiği bir süreci anlatmak istiyor. Fakat işin zor yanı bunu belleğini yitiren kişinin bakışıyla vermek ve seyirciyi de bu noktada konumlandırmak. Film, bir tür şüphe gerilimi yaratarak olay akışına bizi de çeken bir yapıya sahip. Anthony için gerçekleşen tuhafl ıklar, zamansal sıçramalar ve mekân değişimleri onu olduğu kadar bizi de şaşırtıyor. Onun edindiği bilgileri takip edebiliyoruz. Sonra da bu bilgiler yanlışlanıyor, ardından bir daha boşa çıkıyor. Hangi anının gerçek hangi olayın bir tür halisünasyon olduğunu biz de karıştırmaya başlıyoruz. Filmin bunu sunma biçimi oldukça etkili. Bu yüzden yönetmeni özellikle kutlamak gerek. Bunun dışında zeminde elbette bir baba-kız öyküsü de akıyor. Film boyunca gerçekliğini algıladığımız diyaloglar içinde babayla kızın sürdürdüğü hayatı, küçük kızını bir kazada kaybettiğini, bu yüzden diğer kızıyla yaşadığı deneyimlerin bu acıyla kaplandığını, baba-kız arasındaki iletişimi engelleyen bir tür duvarın varlığını duyumsuyoruz. Seyirci için bu noktaları çözmek bir aile dramasının ipuçlarını görmek için oldukça önemli.

DOKUNAKLI BİR FİLM

Baba, hastalığın olumsuz etkilerine git gide kapılıyor ve gerçek-hayal birbirine girdikçe Anne’in çaresizliği de belirginleşiyor. Bu noktada babası ya da annesi böyle bir demans sürecinden geçmiş kişiler için filmi izlemek duygusal açıdan zorlayıcı olabilir. Tabii şunu da eklemeliyim; anlatı hiçbir sahnede bizi ajitasyon çizgisine çekmiyor. Bunun için oldukça etkili yöntemler söz konusu. Örneğin diyaloglu sahnelerin büyük kısmında müzik yok. Böylece seyirci doğrudan karakterlerin dünyasına odaklanıyor. Ayrıca filmin büyük kısmı kapalı mekânlarda geçiyor. Bu Anthony’nin içinde bulunduğu durumu duyumsatmak için oldukça etkili bir yöntem. Kızı, bakıcısı, kızının erkek arkadaşı devreye girse de merkezde hep Anthony ile birlikteyiz. Tıpkı onu pençesine almış hastalık gibi biz de filmin mekânlarına hapsolmuş durumdayız. Bir tür yarı karanlık aydınlatmayla yaşlı adamın durumuna yakınlaşıyoruz. Unutmakla yazgılı bir zihnin nasıl bir şey olduğunu, böyle bir deneyim yaşamamış olsak bile anlamamız mümkün artık. Belki de Baba’yı benzerlerinden ayıran ve bu kadar etkili bulunmasını sağlayan özelliklerin başında bu geliyor. Çok gerçekçi ve son derece dokunaklı. Babanın kızıyla ilişkisinde duygusal abartılara yer verilmemiş olması bu dokunaklı hâli güçlendiriyor. Tabii Anthony Hopkins’ten bahsetmemek olmaz. Bu filmdeki rolüyle ikinci Oscar ödülünü kazanan oyuncu, belki de bugüne kadarki en güçlü performansını sergiliyor. İncelikli tasarlanmış, yakından hissedilmiş bir karakter bu. Hopkins’in oyununda ne bir abartı ne bir yapaylık var. Seyirciyi bütün bu zorlayıcı süreç boyunca tetikte tutan, kendisine hayran bırakan bir oyunculuk. Hatta filme sırf bu rolü izlemek için bile gidilebilir. Filmin bir tiyatro oyunundan uyarlama olduğunu da ekleyelim. Tiyatronun etkisi özellikle diyaloglarda belirgin olmakla birlikte filmin gerçekliğini ve sinemasal anlatının gücünü eksiltmiyor. Bu anlamda ne yaptığını bilen, olgun bir uyarlama karşımızdaki. Vakit yaratıp mutlaka görmenizi öneririm.


NEDEN ‘CİNEMAXİMUM’LARDA FİLM İZLEMEMELİYİZ?

Yirmi yıldır ülkenin en büyük sinema salonları zincirine sahip bir oluşumda film izlenmez de nerede izlenir diyebilirsiniz. Maalesef öyle değil. İnternet sitelerindeki ‘hakkında’ bölümünde “teknoloji, konfor ve hizmet anlayışını birleştirerek Türkiye’de farklı ve kendine özgü bir sinema deneyimi yaratma felsefesiyle hareket ettiklerini” iddia etseler de -muhtemelen son on küsur yıldır sinema alanında tekel olmanın rahatlığıyla- seyirciyi maddi-manevi sömüren bir tavır içindeler. Ayrıca kaliteli hizmet sunduklarını söyleseler de yapılan uyarı ve öneriler karşısında umursamaz davranıyorlar.

Tabii bunu kişi bazında değil kurumsal açıdan değerlendirmek lazım. Herhangi bir salondaki herhangi bir işletme sorumlusunun yapabileceği bir şey yok çoğu zaman. Çünkü merkezin yaklaşımı parasal çözümlere odaklı.

Bunları yazıyorum çünkü hafta başında Baba’yı Konak Pier’deki Cinemaximum salonlarından birinde izleme hatasına düştük. Daha önce de defalarca benzer bir durum yaşanmıştı. Filmi karanlığa mahkum olarak izledik. Gözlerimiz kan çanağına döndü. Açık tutmakta zorlandık. Filmleri perdeye yansıtan projeksiyon cihazları pahalı aletler. Işık kaynağı lambaların bir ömrü var. Bu yüzden idareli kullanıp ömrünü uzatmaya çalışıyorlar. Seyirci nasılsa fark etmez deyip bazı filmlerde, cihazın görüntü ayarlarını, özellikle de parlaklık ayarını, minimum seviyeye düşürüyorlar. Telefonunuzun ekran ışığını en alt seviyeye düşürdüğünüzde ekrandakileri nasıl zorlukla seçiyorsanız ona benzer bir durum oluyor. Dolayısıyla filmi üreten yapımcıların asla düşünmedikleri bir izleme deneyimi oluşuyor seyirci için. Bu durumu bilmezseniz filmin karanlık ya da bulanık olduğunu, iyi çekilmediğini düşünebilirsiniz.

Ben on dakika arada salon sorumlusuna uyarıda bulundum. Hata söz konusuysa düzeltileceğini söylediler. Fakat ikinci yarıyı da aynı biçimde izledik. Film bitince sorunun çözülmediğini söyledim. Yanıt, projeksiyon makinistinin paydos edip eve gittiği ve kendisine ulaşıldığında da ayarlarda hiçbir sorun olmadığını söylediğiydi. Böylece onlara göre densiz bir sinemaseverin uyarısı savuşturulmuş oldu. İşin ilginç yanı meseleyi konuşurken sinema sorumlusu da bu lambadan yapılan tasarrufu reddetmedi. Hafta içi seyircinin görece az olduğu erken seanslarda tasarruf uyguluyorlarmış.

Bu tek sorun değil elbette. Ama bir filmi sağlıklı bir biçimde izlemek için uygun koşullar sunmadığı açık. Daha önce de Mars Grup’a ait Cinemaximum salonlarında pek çok sorunla karşılaştım. Örneğin, iki yıl önce Joker’i çerçeve oranı ayarlanmamış bir sinemada izlemek durumunda kaldım. Filmin orijinal görüntü ölçeğindeki üst kısım uçup gitmişti, orada da uyarımı dikkate almadılar. Sesin kesildiği, görüntünün kaydığı, patlak hoparlörlerin olduğu teknik sorunlardan başka çalışanlar da muhtemelen sinemaya ait hissetmedikleri ve elbette bu şişirilmiş kurumsal sistem onları mutlu etmediği için özensiz davranıyorlar. Salonların kapısı film başladığında açık kalıyor örneğin. Perdenin konumu gereği de alt köşede filme dışarının ışığı düşüyor. Bir dönem tartışılan ve sınırlama getirilen reklam sorunu da olduğu gibi duruyor. Hâlâ televizyondaymış gibi reklam izliyor seyirci. Anlamsız bir gürültü, boğucu bir ortama dönüşüyor koca salon.

Sinema bir kültürel eylemdir her şeyden önce. Sinema işletmecileri bu kültüre katkıda bulunmuyor, en iyi izleme deneyimini sunmaktan özellikle kaçınıyorsa o salonlara asla gitmemek gerek. Çünkü kusura bakmasınlar da sinema işletmek, gelen seyirciye patlamış mısır-kola satmak ve kısa yoldan para kazanmaktan ibaret değil. Ayrıca Cinemaximum’lar 2000’lerin ifl ah olmaz tüketim hırsını ve yükselen yozlaşmış teknolojik rüzgârını arkasına alıp bağımsız sinema salonlarının ölümüne neden olan kurumların başında geliyor. Sırf bu sebeple bile tercih edilmemeleri ya da sitelerinde yazdıkları gibi sinema sanatına saygı duyan bir hizmet anlayışına geçmeleri için zorlanmaları gerek. Burada da iş seyirciye düşüyor tabii. Kısaca bu yazıyı okuyorsanız lütfen bu salonlara gitmeyin. Hele de kentimizde gösterim kalitesi olarak çok değerli Karaca Sineması gibi bir sinema varken.

SİNEMA GEZGİNİ'ni her cuma yayınlanan İz Gazete sayfasından okumak için TIKLAYINIZ