“Siz baron bahar, hayatın dehşetini hiç düşünmüyorsunuz: her şeyiniz var / otomobiliniz / yatınız / 7 cüceli eviniz / bonolarınız / çocuklarınız / bense, ölümden korkmayacak kadar yalnızım....” Sizler, ötekiler, dışarlıklı kalanlar, artık rahat bir nefes alabilirsiniz çünkü yalnız değilsiniz. Her ne kadar bu çokça kalabalık dünyada yalnız adacıklar gibi akıntıya kapılıp süzülürken yalnızlığın çölün de kavrulsanız da böyle nefes alıp verme durakları çıkacaktır karşınıza. Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’daki sesi sanki bize farklı bir gezgenden sesleniyormuş gibi gelir ama bu ses bazı yerlerde daha tanıdıktır. “Ben ölünce / bu saray /anılar / ve kahve fincanı /sana kalacak” derken çok sade bir dille okuyucuyu derinden vuran bir duyarlılığa dönüşür. Kimilerine göre, “Yanık Saraylar” sayıklamalar ve delilik sınırını aşmış olma belirtilerinden ibarettir. Kimi zaman sanki sınırların aşılmasını seviyormuşuz gibi yapıyoruz. Sırf başkalarına ilginç görünmek, ilgi çekmek için. İşte bu kitap gösterişin sınandığı er meydanıdır. Ve ruhlarımızın ciddi bir sınamaya tabii tutulduğu, kendimizden kaçamayacağımız bir karşı duruştur. Sevim Burak’ın yazılarını ‘dehayla yetenek arasındaki sınırda dolaşmalar’ olarak tanımlamak kesin bir haksızlık ve yavanlık olur. Açıkça, üstelik meydan okurcasına, sanrılarla ya da sayıklamalarla ve hezeyanlarla deliliğini ilan ettiği bir çeşit manifestoya dönüştüren bu karşı duruş haline dalmak ciddi bir cesaret ister. Sevim Burak bir çeşit bilinç akışı içinde öylesine dizilmiş kelimeler yığınından yeni bir ses yaratıyor. İnsanın canını yakıyor, acıtıyor, elleriyle göğsümüzü yarıp kalbimizi eline alıp alabildiğine kan akıtıyor. Kendi içinde bir ses akışı olan ama duymak için çaba sarf etmeniz gereken garip, sıra dışı bir müzik ya da sözcükler sağanağı gibi üzerinize doğru akıyor. Bu sözcüklerin yankıları, insanı sağır eden sessiz çığlıklar gibi kulaklarımızda çınlıyor. Sevim Burak farklı bir gezgenden sesleniyor biz başıboş karıncalar sürüsüne, çılgıncasına, kısır bir döngü içinde gündelik dertlerin peşinde koşuştururken, ondan gelen seslere alışkın değiliz. O nedenle kimilerine göre bu ayrıksı, garip ve kesinlikle melodisiz yazma şekli kimilerine göre parazit yapan eski radyoların çıkardığı gürültüler gibi çok rahatsız edici bir yazın türüdür. Ama Sevim Burak tam da bunu istiyor işte rahatsız etmek. Yedi Cüceleri ve sizleri ve diğerlerini saklandığınız deliklerden çıkarabilmenin tek yolu bu ve Sevim Burak bu yolu sonuna kadar kullanıyor. Elini korkak alıştırmadan sonuna kadar tuşlara basıyor, tuşları sözcüklerle dövüyor. Tuşların kâğıda vurduğu noktalarda sadece harflerin izi değil yarattığı duyguların, insan ruhunda bıraktığı izlerin de yansıması görünüyor. Arada biz fanilerin anlayacağı şeyler de söylüyor. “Anılar insanları sever, onları sayarlar, çocuklar da anılardan korkmazlar, çocuk anıları bunlar” dediğinde tam da ondan vazgeçecekken, okumayı bırakıp gitmeye hazırlandığımız bir anda, yine yazının çekimine kapılıp Sevim Burak’ın dünyasında kaybolmak için yazının içine geri dönüyoruz. Sonra birden havaya doğru bir serbest atış yapıyor “Hayatıma üzülmediğim için kim suçlu?” diye soru cümlesinden okları yüreğimize gönderiyor. Ve böylece Sevim Burak’tan vazgeçebilmek için artık çok geç olduğunu anlıyoruz. Çünkü vazgeçip bırakma eşiğini çoktan geçmişizdir. Artık bizi o dünyanın seslerinden biri haline dönüştüren yazının içinde kaybolma isteğine gönüllü olarak boyun eğeriz. Her bünye Sevim Burak’ı kaldırmaz. Onun yazılarını okumak, bir meydan okumayı görmek, bu meydan okumayı peşinen kabul etmek demektir. Bu çokça hasarla sonuçlanacak bir yolculuk ve ruhların labirentinde kaybolma riskini alacağınız bir serüvendir ve herkese uygun değildir. Sözcükler ruhunuzu döverken, seslerin saldırısına karşın çokça cesaret, çokça kabulleniş ve kesin bir teslimiyet gerektirir. Ancak okuma serüvenin sonunda değişim kaçınılmaz bir sondur. Ve biz okuyucular, bu değişimi hemen anlayamayız ama ruhumuz bunu kesin olarak “bilir” ve bu da Sevim Burak’a yeter.