İş güvencesi ve daha iyi ücret için sendika


Türkiye’de en az elli yıldır kulaktan kulağa söylenen bir sözdür: “En kötü sendika bile sendikasızlıktan iyidir”. Elli yıldır sendikaların, işçilerin bu sözü yaymasına rağmen Avrupa ülkeleri içinde sendikalılık oranının en düşük olduğu ülkeler arasındadır Türkiye. Genel sendikalaşma oranı değerlendirildiğinde yüzde 13 civarında örgütlülük oranımız. Sendikalaşmaya dair böylesine kıymetli bir sözü olan ülkemizde örgütlenme düzeyi neden bu kadar düşük? Yoksa en kötü sendika, sendikasız olmaktan daha iyi değil mi? İşçiler sendikasız daha iyi koşullarda mı çalışıyor ve yaşıyor? Bu sorulara yanıt verirken birçok olguyu değerlendirmekte fayda var. En kötü sendikalardan başlayalım. Kötüden kasıt ne olabilir? Sendikayı var eden üye işçiler ve işçilerin seçtiği yöneticilerdir. Üyesini korumayan, haklarını ilerletmeye çalışmayan, söz ve yetki sürecinden dışlayan bürokratikleşmiş sendikacılar mı engel örgütlenmeye? Türkiye işçi sınıfı tarihine baktığımızda dönem dönem yükselen işçi hareketinin bu bürokratları oturdukları koltuklardan kaldıracak güce sahip olduğuna şahit olduk. Bu tarihsel deneyimler, sendikal bürokrasinin aşılamaz bir engel olmadığına dair bizlere güçlü emareler sunuyor.

EN BÜYÜK DARBE ÖZELLEŞTİRME

Türkiye işçi sınıfının üzerinden bir silindir gibi geçen 1980 darbesi ve arkasından hazırlanan iş kanunları ve mevzuatlarına bakalım önce. 80 darbesi sonrası yürürlüğe giren iş kanunları çalışanları değil işverenleri korumaya yönelik hazırlanmış kanunlardı. Sendikalaşmanın, örgütlenme özgürlüğünün önüne sayısız engeller çıkartıldı. Buna rağmen 1990’lara kadar genel sendikalaşma oranı hâlâ yüksekti. Turgut Özal ile başlayan özelleştirme sürecinde birçok kamu kuruluşu tasfiye edildi. Bu kurumlarda çalışan işçiler ise işsizliğe mahkûm edildi. Daha somut konuşacak olursak 1933 yılında Sovyetler Birliğinden alınan kredi ile kurulan ve 1938 yılında KİT ilan edilen Sümerbank’ı değerlendirelim. Türkiye’nin çeşitli illerinde pamuk, yün ve halı, deri ve kundura, kimya, toprak ve seramik, ticaret, araştırma ve geliştirme, çimento, kâğıt, demir-çelik ve bankacılık sektörlerinde 56 işletmesi ve on binlerce çalışanı olan bir kurum bugün artık yok. Dolayısıyla bu işletmelerde örgütlü olan sendikalar da.

AKP iktidarı ile birlikte kamudaki işletmelerin neredeyse tamamı özelleştirildi. Sadece Türk-İş Konfederasyonunun bir milyonu aşkın işçiyi temsil etmek üzere oturduğu kamu sözleşmelerinde bugün sadece yeni KHK ile eklenen taşeronlarla birlikte 350 bin üye adına pazarlık yürütülüyor.

Kamu da farklı biçimlerde oluşturulan çalışma düzenleri sendikalaşma oranının düşmesine neden oldu. Kanunlarla iş güvencesinden yoksun 10 aylık sözleşmelerle çalışmak zorunda bırakılan işçiler için sendika birinci öncelik olmaktan çıktı. Sendikaların uzun yıllardır sürdüğü ‘taşerona kadro’ mücadelesi geçtiğimiz yıl sonuç verdi ve on binlerce taşeron işçisi hem kadro aldı hem de sendikalı çalışma düzenine geçti.

ÖZEL SEKTÖRDE DÜŞMANLIK BAKİ

Özel sektörde ise sendika düşmanlığı hiç değişmedi. Çalışma koşullarını düzeltmek, ücretleri biraz daha iyi bir noktaya getirmek için mücadele eden işçiler işten atıldılar, açlıkla terbiye edilmek istendiler. Günümüzde neredeyse hiçbir özel işletmede işçilerin sendikalı olmasının ardından patronlar direkt sendika ile masaya oturmayı tercih etmiyor. Yıllarca süren yetki itirazları, işten atmalar ile Anayasal bir hak olan sendikalaşma engellenmek isteniyor. Kâr hırsının anayasal güvenceyi, insan haklarına saygıyı, demokrasiyi galebe çaldığı bir düzen var özel sektörde.

Pandemi koşullarında işten atmanın yasaklandığı 2021 Türkiye’sinde hâlâ sendikalı oldukları için işten atılan yüzlerce işçinin direnişi devam ediyor.

KANUNLAR ÖRGÜTLENMEYE ENGEL

1980 darbesinin ürünü olan kanunlar bugün hâlâ örgütlenmeyi engelleyen pozisyonda. İşkolu, işyeri barajları işçilerin sendikalaşması önündeki engellerden birisi. Yetki süreçlerinde işverenlere tanınan geniş haklar da diğer bir engel. Daha somut konuşacak olursak, herhangi bir sendika herhangi bir işyerinde örgütlenme çalışmasını Çalışma Bakanlığının kayıtlarına göre sürdürüyor ve tamamlıyor. Barajları da aşarak gerekli sayıya ulaşan sendika, Bakanlığa yetki talebinde bulunuyor. Bakanlık kendi verilerine göre sendikanın yetkisini veriyor ancak patrona da itiraz etme hakkı tanıyor. En kısası bir yıl süren bir dava süreci de bundan sonra geliyor. İşçiler üzerinde baskı kuran işverenler tüm üyeleri istifaya zorluyor. En iyi ihtimalle bir yılda dava sonuçlandığında toplu iş sözleşmesine muhatap işçi kalmıyor. Yetki davalarının beş yıl sürdüğü örnekler de var.

KURU EKMEK DAVASI

Bütün bu örgütlenme önündeki engellere rağmen son yıllarda sendikalaşma oranı yukarı doğru bir eğilim içinde. Benzer birçok konu ile beraber kötü ekonomi yönetimi işçileri daha da yoksullaştırıyor, açlığa mahkûm ediyor. Bu tablo karşısında işçilerin sendikalara yönelik ilgisi artıyor ve sendikalaşıyorlar. Mevcut salgın koşullarında “kuru ekmek buluyorlarsa aç değillerdir işte” diyen zümreye karşı örgütleniyor işçiler. Kuru ekmeğin içerisine bir parça peynir, 3 tane zeytin atabilmek için örgütleniyor…

Mücadele etmekten geri durmayan işçiler; kuru ekmeğe muhtaç bırakılanlardan kesilen vergilerle sefa sürenlere karşı da örgütleniyor. Onlar ki bizlere doğru yolu, pes etmemeyi, ısrar ve mücadele ile yürünmesi gereken yolu gösteriyor.

Editör: Haber Merkezi