Yerel seçimler yaklaştıkça aday adaylarının çalışmaları, türlü senaryolar, ittifak tartışmaları alabildiğine bir hızla devam ediyor. Belediye başkanlığı şüphesiz önemli bir iş, hele ki merkez siyasetin partilerinde yerini almış kişiler için başkanlık sisteminin ardından milletvekilliği “mesleğinin” önemsizleşerek kariyer anlamında değerini yitirmiş olmasını da düşününce sahip olduğu önem daha da belirginleşiyor. Bir kentin en üst makamı olarak belediye başkanlıkları yarı politik, yarı ekonomik sonuçları itibariyle uzunca bir zamandır taliplisinin çok olduğu koltuklar haline geldi. Aday adaylıkları sürecinden başlayarak ağzını açan hemen herkes memleket sevdasından, hizmet aşkından bahsedip aday olabilmek için canhıraş bir çabanın içerisine giriyor.

Peki hizmet aşkı nedir, ne değildir? Hangi noktada ortaya çıkar? Hele ki merkez siyasetin partilerinden sadece aday adayı olabilmek için bile binlerce lira başvuru parası ödeme zorunluluğunun hizmet aşkına nasıl bir etkisi oluyor? Bir kente dokunabilmek, halkına gerekli hizmetleri götürebilmek ile ödenen binlerce liralık başvuru parası ve bunun dışında adaylığın kesinleşmesi ile birlikte yüzbinlerce liralık seçim çalışmaları arasında ne gibi bir bağlantı kurulabilir. Burada adaylardan ziyade partilere ve onların yerel yönetim programlarına bir göz atmak, gerekirse de biraz çatışmak gerekebilir. Siyasi partiler aday adaylarından başvuru parası alarak vatandaşa “siyaset zengin işidir, parası olmayan karışmasın” mı demek istemektedir? Mesela neden bir fabrika işçisi, işsiz bir genç, evindeki işleri başından aşkın bir kadın bu partilerden aday olamamaktadır? Adaylık denen mevkilere isim aranırken neden bir yerlerde akıllara ticaret odası başkanlarının, fabrika sahiplerinin, toprak ağalarının, kalburüstü tüccarların, müteahhitlerin isimleri gelir? Doktora, avukata, ekonomiste, mühendise, mimara vs itirazım yok, başımız üstüne ama her yaptığı işte elde edeceği kârı düşünen meslek gruplarından gelen kimselere bir şehir hakkında karar verme yetkisi nasıl ve neden verilir? Anlamadım, anlamayacağım. Bulunduğum kentin büyükşehir belediyesi aday adayları konuşulurken iş dünyasıyla güçlü bağları olanın avantajlı olduğu söylemini bu sıralar çok duyduğum için bu konuya takıntılıyım biraz. Ayrıca ilkokuldan üniversiteye kadar bizlere ezberletilen “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sınıfsız, zümresiz kaynaşmış bir millet” olduğu palavrasına bir türlü kanmadığım için böylesi bir hassasiyeti paylaşıyorum sizlerle. Her yöneticinin bir sınıfın temsilcisi olduğuna inandığımdan… Yukarıda saydıklarım dışında varsa istisnai örnekler ki bir elin parmaklarını geçmez, onlara ayrıca hakkını teslim etmek gerekir. Neyse devam edelim.

Adayların çalışmalarında kullandıkları dile de kısaca bir göz atmakta fayda var. Nasıl ki memleket siyasetinde kullanılan dil genellikle “vatan, millet, sakarya” edebiyatının etkisiyle somut olmayan bir şeylere işaret ediyor ve bu yolla türlü hamasetlerin altına imzasını atıyor, vatandaşın yaşamına zerre dokunmuyorsa yerelde kullanılan dilin de belli zaafları bulunmakta. Henüz merkez siyasetin yerel unsurlarında demokratik halkçı bir belediyecilikten, kentin doğasını müteahhitlere teslim etmemekten, katılımcı bir yönetimden, emekten falan bahseden duymadım. İnsan bu noktada sormadan edemiyor; bu nasıl bir hizmet aşkıdır? Bu soruların kendimizce bildiğimiz cevapları var elbet. Yine de dikkate alıp cevap vermek isteyen olursa diye sormuş olalım. Bu noktada kendimce nasıl bir belediye başkanı istediğimden ziyade nasıl bir başkan istemediğimden bahsederek bitireyim.

Uzun süre yaşadığım kentlerden biri olan Manisa’da ismi lazım değil bir başkan vardı, kentin en önemli komplekslerinden biri olan Sümerbank arazisinin yağmalanmasında kent eşrafından (zamanın Özal zenginlerinden) haramilerle bir olup koca Sümerbank’ı iç etmeye çalışmıştı. Böyle bir başkan istemem mesela.

Yine değil kentin ve Türkiye’nin, uluslararası kamuoyunun bile gündemine girmiş olan Manisalı gençler davasında işkencecilerin avukatlığını yapmış olan ve sonrasında çocuklarına zulmedilmiş kentin belediye başkanlığına aday olan ve seçilen adam gibi başkanı da istemem pek tabi.

İzmir’e şöyle bir uzaktan bakınca örneğin, Bayraklı bölgesindeki kazulet gibi estetik yoksunu tuhaf gökdelenler insanın içini acıtıyor. Kentin orta yerini sermayenin, inşaat firmalarının kucağına teslim edecek bir belediye başkanı da istemem.

Yıllarca Ankara’da da yaşamışlığım var. Bir belediye başkanının nasıl olmaması gerektiği sorusunun en net cevaplarını Ankara’da yaşayanlar iyi bilir. İcraatları saymakla bitmez, istenmeyenler listesinin başına vizyonu kentin girişine kale kapısı gibi bir yapı inşa ettirmekten ve sağa sola dinozor heykelleri dikmekten ibaret olan eski Ankara Büyükşehir Belediye başkanını yazayım. Böyle bir belediye başkanını da istemem, isteyemem.

Türkiye’de istenmeyecek örnek bulmak çok kolay. Buraya örnek olsun diye birkaç tanesini yazabildim. Heykelleri sansürleyenden, cep telefonlu şehzade heykeli ile kente hizmet götürdüğünü zannedenlere, her türlü rant kavgasının içinden çıkanlardan, kendi koltuğu bırakırken yerine varisini işaret edenlere kadar... Bunlara söylenecek son söz; partileriniz farklı olabilir ama yok birbirinizden farkınız, sizden olmaz “Azizim”…