Çocukluğumda herkes operaya, baleye, tiyatroya, senfoniye gider sanıyordum. Öylesine doğal bir ihtiyaçtı benim için tiyatroya gitmek. Kitap okumak. Senfoni orkestralarının konserlerini izlemek. Doğal bir durumdu. Su ekmek gibi hayati bir ihtiyaçtı. Maalesef sokaklarda hayat böyle akmıyor. Diğer insanların bizim gibi düzenli olarak operaya, baleye, tiyatroya, klasik müzik konserlerine gitmediğini öğrenince çok şaşırmıştım.  “Gerçekten mi?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Birden hayata pencereler açmak gerektiğini hissetmiştim. İnsan kitaplar, çiçekler ve bir de sanat olmadan nasıl yaşar ki?

Alın size basit bir soru. Hayatımla ne yapmak istiyorum? Bu kadar basit. Hayat çok kısa. Öyleyse beni hayatta en çok ne mutlu eder? Hayatımı değerli kılan şey nedir? Bana kendimi değerli ve özel hissettiren şey ne olabilir? Bu dünya üzerinde geri kalan zamanımı nasıl değerlendirmek istiyorum? Bunun gibi soru kelebekleri kafamda uçuşurken her şey kendiliğinden gelişti. Su akıyor yolunu buluyor hesabı hayatıma sanattan küçük pencereler açtım. Sanatı ve hayatı iç içe yaşamaya başladım. Ulusal ve yerel televizyonlarda, Londra Türk Radyosunda, gazetelerde, dergilerde çalışırken hep sanat programları yaptım. Sanat haberleri, sanatçılarla söyleşiler, izlenim ve eleştiri yazıları birbirini takip etti. Konuştuğum her sanatçıdan yeni şeyler öğrendim. Dünyanın, hayatın, yeni fikirlerin uçsuz bucaksız olduğunu ben hep bu insanlardan öğrendim. Öğrendiğim her şeyle birlikte ben de değiştim.

Değişim kaçınılmaz. Çünkü dünya değişti. Artık 21. Yüzyıldayız. Yeni bir çağda, yeni bir hayat ve yeni bir dünya görüşüyle kendimizi güncellemek zorundayız. Yoksa günün moda deyimiyle “devre dışı” kalacağız. Her daim hayatın içinde olma keyfini yaşamak ve bu zevki diğer insanlarla paylaşmak beni hep mutlu etti. Bu nedenle, ulaşabildiğim herkese sanattan küçük damlalar sunmaya çalıştım.

Sözcükleri rüzgara bıraktım, sizlere ulaşsın diye. Bu nedenle ister radyo mikrofonlarından, ister televizyon ekranlarından, ister gazete sayfalarından hayata sanattan bakan pencereler açıp içeri güneş ışığının dolmasının izledim.   Belki hayatta kötü giden bazı şeyleri düzeltebileceği umuduyla yola çıktım.  Öyle romanlarda anlatıldığı gibi birden hayatınız aniden değiştirmez. Doğal bir şekilde, küçük bebek adımlarıyla, eşyanın tabiatına uygun olarak usul usul değişir, size bir şey hissettirmeden.

Bir bakmışsınız günün birinde alakasız bir yerde, bir anda güneş açmış Mutlusunuz. Nedenini tam olarak kestiremiyorsunuz ama işler garip bir şekilde yolunda gidiyor. Ortada sihirli değnek filan yok. Sihirli değnek sizsiniz. Sizin bakış açınız. Değiştiniz.  Gittiğiniz bir tiyatro, okuduğunuz bir kitap, izlediğiniz bir film dalgaların kıyıya vurması gibi algılarınızı tıkayan çapakları temizledi. Dünyayı daha farklı görmeye başladınız. Olayları, insanları daha farklı değerlendirmeye başladığınızı fark edince şaşırdınız. Çünkü farkındalığınız oluştu. Kendiniz için hayata kapılar açtınız.   Sanat insanı değiştiriyor. Sorular sorduruyor. İnsanın içine sıkıştığı kısır döngüyü kırarak çemberin dışına çıkmasını sağlıyor. Bu nedenle, sanat önemli. Bu nedenle, hayata sanattan pencereler açmak lazım. Rüzgara bırakılan sözcüklerin nerede, ne zaman, kimlere ulaştığını tahmin bile edemezsiniz.      

Keyifli bir çay molasında, sizlerle küçük sohbetler yapmayı istiyorum. Belki bir önceki akşam gittiğim operadan, baleden, tiyatrodan bahsederim ya da beni çok heyecanlandıran bir filmden konuşuruz. Bir çay içimi küçük molalar veririz hayata, bakarsınız dışarıda güneş pırıl pırıl parlamaya başlamış. Hayatın neler getireceğini kim bilebilir ki?