Minimalizme karşı mesafemi hep korumuşumdur. Ortaya çıkan tasarımlar beni etkiliyor ancak olan bitene bir bütün olarak bakamıyordum. Kapsül otel ve ev fotoğraflarını gördüğümde, "Bir insan, kendi türüne niye bunu yapar?" diye düşünmüştüm. Dergileri karıştırıp showroom gibi gözüken odalara "ruhsuz" yaftasını yapıştırmıştım. O kadar tepkiliydim ki; fırfırlı etekler giyip "country" tarzı evlere destekçi toplayabilirdim.

Eşyalarımın %10' u kadarını kendim seçmiştim. Onlar da çoğunlukla fonksiyonsuz aksesuarlardı. Kalan büyük yüzdeyi, para vermediğim için kabul ettiğim, yakın çevremden gelen eşyalar oluşturuyordu. Bir evi yuva yapanın yaşanmışlıklar, bunu anımsatacak eşyalar ve çok odalı, modern evler olduğunu düşünürdüm. Yıllar içinde, beni "mutlu yuvama" kavuşturacak ıvır zıvırlar çoğaldı. Evi temizlemek zor geliyordu. Bir yardımcı almak çok mantıklıydı. Artık yetişemiyordum. Eşyalardan bana yaşam alanı kalmamıştı!

1950' lerin sloganı "Less is more", kendime nefes alacak yer bırakmadığım 2000' lerde bana ulaştı. Hemen konuyla ilgili ne kadar kitap varsa sipariş ettim ve uzun yıllar okunmamak üzere, raftaki yerlerini aldılar. Blogları okudum, başımı çevirdiğim anda unuttum. Eve eşya girişini durdurdum, giysilerin önünü açtım. Bakımlı olmalıydım, kozmetikler sıralandı. Arkadaş çevrem, genişledikçe genişledi. Tek şarkısını beğendiğim grubun tüm albümlerini indirdim. Halılar alerjendi, kilimler serilsindi. Sonu gelmedi...

Sonra bir gün aşık oldum. Yıllardır kavradığım gidona hissederek dokundum. Bisiklet hep hayatımdaydı ama bu kez tutkuyu hissettim. Sürdükçe özgürleştim. Özgürleşirken tüm o kalabalığı geride bıraktım. Hayatımda ilk kez "bir" ile yetindim. Bir bisiklet aldım ve hayatım değişti. Bisiklete ve getirdiklerine kalbimi açtım. Azın neden ve nasıl öz olduğunu kavradım. Sıkı sıkı sarıldığım ne varsa özgür bırakmayı öğrendim. Benim hikayem böyle başladı.